Olvido Ayşe Akan
Sabahın ayazı, ormanın kuytularında, koşmaktan nefes nefese kalmıştı. Buz gibi temiz hava ciğerlerini boğazını yakmış, öne eğilip elleriyle diz kapaklarının altına dayanmış, gözlerini sımsıkı kapatmış dinlenmeye çalışıyordu. Uzun, dalgalı, kumral saçları neredeyse yere değiyordu. Boynundan aşağıya bir şey aktığını hissetti. Gözlerini açtığında eğildiği yerin, ayaklarının, saçlarının balçığa bulandığını fark etti. Elleriyle temizlemeye çalıştıkça her yerine bulaşıyordu. Çamura basmamıştı, çamur kendi bedeninden akıyordu. Bunu anladığında iyice telaşlandı. Boynundan akan balçığı eliyle durdurmak istedi. Eski bir komşunun kendisine verdiği boncuklu tülbenti boynuna taktığını elini boynuna götürdüğünde farketti. Fular niyetine boynuna doladığı boncuk oyasını, sırılsıklam çamura bulanmış olduğu için çok zor açtı. Elini, yüzünü, boynunu, bacaklarını, ayaklarını ve bastığı yeri kaplayan bu duman rengi çamurun oyalı tülbentten geldiğini anladı. Elindeki, mavi boncukları griye dönmüş, çamur kaynatan tülbente bakakalarak ne yapacağını bilmez şekilde uyandı.
Uyandığında elini hiç düşünmeden boynuna götürmüştü. Kalbi uyandığına ikna olmamış, hızla atıyordu. Gözlerinden yaşlar döküldü. Tülbent boynunda yoktu ama öyle bir tülbenti vardı. Annesine gittiğinde kahve içmeye gelen Nesrin Teyze’nin başında görmüş çok beğenmişti. Nesrin Teyzesi de bir dahaki görüşmelerinde tülbenti yıkayıp ütülemiş, oyalarını annesi yaptığı için ne kadar kıymetli olduğundan bahsederek ona hediye etmişti. Kalktı, büyük bir susuzlukla çamura yöneldi.
Çamur ustasıydı. Telle bir parça çamur kesti, tornasının başına geçti. Ne zamandır böyle bir arzuyla çevirmemişti pedalı. Kırmızı çamuru da vardı ama o tülbentten akan gibi duman rengi çamuru kullanmak istedi. Elleri tıpkı o andaki gibi gri balçığa bulanmıştı. Böyle bir anı bu işe ömrünü verdiği için yaşadığını düşündü. İşi gereği çamura öyle ihtiyaç duyuyordu ki bunu kendi bedeniyle karşılamak istemişti belki. Çömleği çevirirken dirseklerine kadar çamura bulandı, boynuna, yüzüne, her yerine bile isteye sürdü çamuru. O andaki hisse ulaşmak istiyordu. Dönen çömlek çoktan formunu kaybetmiş başka bir nesneye dönüşmüştü ama o durmuyordu. O hissi hala yakalayamamıştı. Biraz daha ıslatıp çamurun daha akışkan olmasını sağladı. Dönen tornaya doğru başını eğerek saçlarını da çamura sürdü. O anki gibi her yeriyle hissediyordu çamuru ama yetmiyordu. Eli ara ara hep aynı hareketi yapıyordu; boynuna gidip mavi boncuklu, çamur kaynatan tülbenti arıyordu. Dayanamadı kalktı. Evin odalarını telaşla gezip tüm dolap ve çekmecelere baktı. Sonunda boncuk oyalı tülbenti bulup boynuna doladı. Yeniden tornanın başına geçti. Çamur, tülbent, elleri, boynu birleşmişti. Önceden yaşadığı şeye ulaştığını hissettiğinde sabah olmuştu. Kalkıp temizlendi. Gecenin izlerini çok da silmek istemiyordu, giyindi. Tülbenti temizlemeden çamurlu çamurlu boynuna doladı. İçi, geceyi iyi geçirenlere mahsus bir huzurla doluydu.
Atölyeyi açtı. Öğrencileri birer ikişer geldikçe canı sıkılmaya başladı. Gelirken içini kaplayan huzuru öğrencilerinin meraklı bakışları ve soruları tarafından yok ediliyordu. Buna katlanamadı. Atölyenin anahtarlarını öğrencilerine bırakıp çıktı. Hiçbir şey düşünmeden fakat bir yere ulaşmak ister gibi hızla yürüyordu. Acele etmesi gerektiğini düşünüyordu. O hızlandıkça zaman da onunla hızlanıyor gibiydi. Ne kadar acele etse o kadar geç kalacak gibiydi. Öyle de oldu o hızlandıkça boynundan aşağı aktığını hissettiği çamur da hızlanmıştı. Çamurları aka aka koşuyordu. Uzaklaşması lazımdı. Geçen gördüğü yere gitmeyi umuyordu ama şehirde bu nasıl mümkün olacaktı bilemiyordu. Durdu, evine dönmeyi düşündü. Nereye geldiğini anlamaya çalıştı ve evine doğru yöneldi.
Eve vardığında önce soyundu. O andaki gibi eğilerek çamurunu iyice akıtmaya çalıştı. Bedeninden çamur akması ona tarifi olmayan bir keyif veriyordu. Bu hazzın etkisinden kurtulamazsa odayı kaplayan çamur birkaç saate kendisini içine alacaktı ama bu onu ürkütmüyordu. Ev bir çamur bataklığına dönüşecekti. Bunu görebiliyordu. Boynundaki tülbenti çözüp eline aldı, kaynayan gri çamurdan kurtulup, aralarda gözüken birkaç mavi boncuğa bakıyordu. O esnada yerde biriken çamurda bir el görür gibi oldu. Kendini kaybediyordu. Öylece kapadı gözlerini.
Kendine geldiğinde yatağındaydı. Biri sanki onu çamurların içinden çıkarıp yatağına yatırmış, üstünü şefkatle örtmüştü. Gözü başucundaki komodinin üstündeki tülbente gitti. Temizlenip ütülenmiş, özenle katlanıp oraya konmuştu. Saate baktı, eve geleli çok olmamıştı. En son çamurlar içinde bir el hatırlıyordu. Sonra uykuya daldığını.. Gerisi nasıl olmuştu bilemiyordu. Tülbentin bu temiz hali canını sıktı. Hemen alıp boynuna doladı ve tornasına gitti. Gri çamuruyla her yerini balçığa bulamak istiyordu tekrar. Yine çevirdi pedalı, yine her yerine duman rengi çamur değdi. Şifa bulduğunu hissediyordu. Uyuyakalmadan önce gördüğü o eli düşündü. Yaşlı bir kadına aitti. Üstünü örtenin o elin sahibi olduğundan emindi. Durmadı, çamurunu saçlarına, tülbente her yere bulaştırıyordu hızla. Bunu o yaşlı kadın gelsin diye yapıyordu. Boynundaki tülbentten çamur kaynamaya başlamıştı yine ve duman rengi çamur tüm odayı kaplamaya başladı. Umduğu gibi oldu. Her yer çamur olunca el yine gözüktü ona. Elin sahibi çamurun içinden kalktı, ihtiyar bir kadındı. Gözlerini tülbentten ayırmadan anlatmaya başladı kadın:
“Atının sesini duyar duymaz ilk ben koşarım. Mavi boncuklar için değil o çerçi Poşa’nın mavi gözlerini görmek için.. Sonra bütün kadınlar başına toplanır, her şeye dokunur, iki boncuk alır, çokça soru sorar, bi dahaki gelişine siparişler verir, evlerine döner. Ben eve dönmez Çoraklara kadar peşinden giderim. Köyün çıkışında kil kaynatan bataklıkların olduğu yere Çoraklar deriz. Çoraklara geldik mi durur benim onun yanına varmamı bekler. Atının gölgesinde Çerçi Poşa’yla kavuşuruz. O gün atı huysuzlanıyor. Birbirimizi öpüşlerimizden, sevişlerimizden bir tat alamadan, yeterince doyamadan ayrılmak zorunda kalıyoruz. O, huysuz atıyla Çorakların dibinden giderken ben özlemle onu izliyorum. Nasıl olduysa atının, eşyalarla birlikte çamura düştüğünü görüyorum. At can havliyle çırpınıyor. Arkasından, atı kurtarmaya o da çamura giriyor. Malzemeler çoktan çamura batıp gitmiş. Atın da onun da dayanacak gücü kalmıyor. Atın kendini kurtarmasına yardım ediyor, çıkmasını sağlıyor. Onun çıkmayacağı hiç aklıma gelmediğinden olduğum yerde çakılı kalıyorum çıksın diye bekliyorum. O, çamurdan çıkmıyor. Sonra kendime gelip koşuyorum. Çamurun başına gidiyorum. O yok. Boncuklarıyla birlikte Çorakların duman rengi çamurunda kaybolmuş. O zamana kadar Çoraklarda kimse ölmemişti. Düşen olur ama kurtulurdu. Batıp da orada kalan olmamıştı. O da gitmemiştir, batmamıştır diyorum ama yok. Ne boncukları ne kendi. Sadece at orada. Öylece durup bekliyorum. Biraz sonra bir sıra boncuk çıkıyor çamurun yüzüne. Alıyorum onları. Çok ağlıyorum, çok yanıyorum. Köye dönüyorum. Anlattıklarıma kimseler inanmıyor. “Adam orada nasıl batar da ölür.” diyorlar. Zaman geçtikçe Çoraklarda sıra sıra boncuklar çamurun üstüne çıkar oluyor. Herkes görüyor bir sefer. Herkes alıyor onun çamura batıp geri çıkan boncuklarından. Seneler geçiyor, boncuklar çıkmaya devam ediyor. Her kızın çeyizine çamura batıp çıkan boncuklardan oyalı bir tülbent giriyor. Ben de sendeki oyayı, öldüğü gün çamurun dibinden bana yolladığı boncuklarla yapmıştım. Çeyizime koymuştum. Evlendim ama o tülbente dokunamadım. Kızımın çeyizine bile koyamadım. Çok sonra öleceğime yakın bir zamanda sandıktan çıkarıp verdim kızıma. Çerçi Poşa’yı kızım Nesrin’e bile anlatmadım.”
Kadın sustu. Gözleri diğerinin elindeki tülbentteydi. Elini uzattı tülbenti istedi, o vermek istemedi. Yaşlı kadın öfkelenmişti. Genç kadın boynundaki tülbentten göğsüne doğru akan çamurla hayat buluyordu. Bundan vazgeçemezdi. Yaşlı kadın kendisine ait olanı ister gibi elini tekrar uzattı. Diğeri tülbenti vermek yerine o eli tuttu. Mavi boncuk oyalı tülbent ve kadınlar hep birlikte duman rengi çamura batıp yok oldular.