Köpek diye boynuna ip bağlayıp evin geniş koridorlarında gezdirdiğim dinozor oyuncağımı hiç unutmadım.
Ana caddeye bakan arka balkonu, şimdi nereli olduğunu hatırlamasam da her sabah anneme “Kete yaptım, yersin,” diye gelen o komşu kadını da…
O komşunun saf kızıyla, aynı güdülere sahip ablamın pazardan çaldıkları rujları anneme açıklayamadan ağlamaya başlamalarını da unutmadım.
Korkunç kış soğuklarıyla birlikte, babamın gece yarısından sonra kırmızı kamyonunu evin önüne getirmesiyle başlayan odun taşıma eziyeti unutulacak gibi değildi.
Yedinci katta oturduğumuz apartmana sabaha kadar tek tek taşıdığımız odunları yakamadan, ev halkı yorgunluktan uyuyakalırdı. Annemin zehirli denebilecek kadar güçlü şefkatiyle babamın beton kalbi arasında, akıl sağlığını yitirmemeye çalışan bir çocukluk yaşamak zordu.
Babamın zehrinin kaynağı olan annesi, onu öyle kötü işlerdi ki dakikalar içinde ev kaybedilmiş bir savaş alanına dönerdi.
Babaannem, başarmış olmanın haklı gururuyla evden ayrılır, diğer çocuklarının huzurunu kaçırmak üzere yola koyulurdu. Onu yeni alanına götürmeye çalışan babam evden çıkınca, annem bu fırsatı kaçırmaz; bizi hemen peşlerinden dışarı çıkarırdı.
Nedeni bilinmez bu şer ittifakından kaçmak için sığındığımız yer yine babamın akrabalarından biri olurdu. Annem, böyle bir gece yarısında kendi ailesine gitmek istemezdi.
Babaannemin mistik dünyasına ait olduğuna inanılan yakın dostları, “Mehmet Ağalar” vardı. Hayatımızın vazgeçilmez bir parçasıydılar.
Ablamın bir erkekle görüldüğü haberi Mehmet Ağalar tarafından babaanneme ulaştırılırdı. Ailenin tüm üyelerinin hayatına fazlasıyla hâkim olan bu adam, kendini bize adamıştı. Aynı anda birden fazla yerde gözü kulağı olur, babaanneme en büyük kavgaları başlatacak sırları özenle getirirdi. Babaannem de elindeki tüm bilgileri “Mehmet Ağalar görmüş,” diyerek servis ederdi.
Oturduğumuz lojmandaki komşular annemi çok severdi.
Mahallenin gençleri, lokalin altındaki çardakta toplanınca bazen babamı dövmek istediklerini söylüyorlarmış ama anneme kıyamıyorlarmış.
Yalan. Korkuyorlardı.
Kimsenin selam vermek istemediği, tatsız bir adamdı babam. Göbekli, ela gözlü, katı bakışlıydı. Gece geç saatlerde eve gelince, evin şaklabanı olarak beni kucağına verirlerdi. “Aslan babam!” diye sevinir, kucağında otururdum.
Gerçekten mutlu muydum?
Yoksa babam sadece ben kucağındayken sakin kalıyor diye mi o korkunç bira kokusuna katlanıyordum?
Emin değilim.
Sokaktaki küçük çocukları bile korkutan, soğukkanlı bir cin prense benzeyen babama “aslan kral” diyordum.
Çocuk olmak, böyle bir hayal gücü demekti.
Bolluk yıllarıydı.
Herkesin evi meyveyle dolup taşıyordu ama biz yedi kız arkadaş, herkesin bahçesinden meyve toplayıp lojmanların ortasındaki çeşmede yıkadıktan sonra yoldan geçenlere dağıtırdık.
Grubun en küçüğü bendim, sözümün hükmü yoktu. Bunu anlayınca en büyük kızlardan birini seçtim; istediklerimi onun aracılığıyla yaptırıyordum.
O da benim en güzel oyuncaklarımı alıyor, karşılığında naylon eşyalarını veriyordu.
Bu adil bir işleyiş değildi ama hayatta seçimlerin bedelleri vardı. Bunu çabuk öğrendim.
Birkaç bebek elbisesi karşılığında yönetimi ele geçirdim.
İstediğim saatlerde meyve ağaçları işgal ediliyor, oyun alanlarını ben belirliyordum.
Canım dondurma istediğinde, bakkala gitme işini de ben organize ediyordum.
Ama bazen sorumluluk alınması gereken anlar olurdu; işte o zaman grubun en küçük kızı rolüme geri dönerdim.
Arkadaşlık ciddi bir meseleydi. Yıllar içinde kurduğumuz bu düzene yeni birileri katılmak isteyince sınırlarımızı korurduk.
Lojmanın en üst katına bir aile taşındı. Daha insanları görmeden haberleri yayılmıştı: Kadın, kocasından gençmiş. İlk kocasından çok güzel bir kızı, şimdiki kocasından da erkek çocuğuna benzeyen bir kızı varmış. Kadın iş yerinden biriyle aşk yaşıyormuş.
Herkes kadını çaya çağırmak için sıradaydı. Kadın çalıştığı için geç geliyormuş. Küçük kızıyla ilgilenme rolünü üstlenen şövalye ruhlu annem, ilk sıraya yerleşti.
Annemin bu haddinden fazla iyilik kokan davranışları sonucunda, kız her gün bizim eve gelmeye başladı. Ders çalışırken kafasını sürekli benim kafama yaslıyordu. Birkaç gün sonra bitlendim.
Belime kadar uzun sarı saçlarımı küt kestirmek isteyen anneme izin vermedim. Onun kontrolsüz iyilik isteği yüzünden kaybettiğim ilk şey saçlarımdı.
Uzun ısrarlar sonunda, sanal bebek oyuncağı almaları karşılığında saçlarımı kestirmeyi kabul ettim.
Üç gün geçmeden, bebeği beslemeyi unuttuğum için sabah uyandığımda ekran kararmıştı.
Bebeğim ölmüştü.
Ailemle yaptığımız anlaşmanın ganimeti ölmüştü, saçlarım da gitmişti.
Sonra sokaktaki tüm küçük kızların saçları, neredeyse boy sırasına göre kısaldı.
Herkes gizliyordu ama hepimiz aynı okuldaydık. Öğretmen, toplu bir şekilde bit sorununu çözmek gerektiğini söyledi.
E bloğun sol bölümünde, en üst dairede bir aile otururdu: Seyhan Hanım ve İsa Bey.
Onları her gördüğümde hayranlığımı gizleyemezdim.
Seyhan Hanım’ın bizi davet ettiği çaylarda, İsa Bey’le üniversite yıllarında tanıştığını, sonra evlendiklerini uzun uzun anlatırdı.
Zarifti. İncecik ayak bileklerini izlerdik.
Yüzükleri, parmaklarından düşecekmiş gibi dururdu.
Yavaş konuşurdu. Kızını azarlarken bile sinirli mi, değil mi anlamak zordu.
“Kaç kere diyorum, hemen eve geliyorsun,” derdi.
E blokta yüzünü batıya en çok dönen aile onlardı.
Bir keresinde kızları Fulya, regl sancılarına domatesin iyi geldiğini söylemişti.
“Bu dönemde babam çok domates tüketmemi tavsiye ediyor,” dediğinde, hepimiz birbirimize baktık.
Babası, sadece kızları ilgilendiren bu konuda nasıl böyle tavsiyeler verebiliyordu?
Bir gün Seyhan Hanım da “Kansızlığın en iyi ilacı şaraptır,” demişti.
“Bir akşam yemeğiyle birlikte ya da sonra bir kadeh içiyoruz. Özellikle kadınlar için çok gerekli,” diye eklemişti.
Kahvesinden bir yudum alıp bacağını zarifçe düzeltmiş, pantolonunun çizgisini hizalamıştı.
Bizim evimiz sağ taraftaki giriş kattaydı.
Salon o kadar büyüktü ki dışarı çıkmama izin verilmediğinde annem salonda bisiklet sürmeme izin verirdi.
Kendi kararlarını alabildiği az anlardan biriydi.
Birkaç blok ötede, herkesin korktuğu bir kadın yaşardı.
Kocasıyla yalnızdı. Çocukları olmamıştı.
Evlat edinmek istemişler ama kadının zihninin bulanık olduğu söylenirdi.
Bizi her gördüğünde azarlardı.
Annemler onunla yine de arkadaşlık ederdi.
Sinirlenince bizi “hangi babadan olduğu belli olmayan çocuklar” olmakla suçlardı.
Öfkesi geçene kadar susmazdı.
Doksanlı yılların sonunda çocuk olmak, gerçekten çocuk olmaktı.
Akşama kadar sokakta bulduğumuz rastgele bir yere oturur, bebeklerle oynardık.
İlk aşkın gölgesi üzerime düşünce büyüdüğümü sandım.
Oysa aşk, aynı yoldan geçerken birbirine bakıp gülümsemekten ibaretti.
İlk aşkım Onur, o kadar güzel bir çocuktu ki tüm kabalıklarına rağmen onu severdim.
Lojmanların üst sokağında, demiryolu işçilerinin yaşadığı mahallede Salih adında bir çocuk otururdu. Bir gün arkadaşım gelip onun bana âşık olduğunu söyledi.
Öfkemi kontrol edemedim. Merdivenleri hızla inip çocuğu buldum.
“Sen bana âşıkmışsın, öyle mi?” dedim.
Evet deyince bağırdım: “Hangi hakla bana âşık olursun?”
O an, çocuk sınıf ayrımını ve hayatın acımasızlığını benden öğrendi.
Şimdi utanıyorum. Ama bu acımasızlık, babamdan bana geçmişti.
Kış ayları, benim için ateş ve hastalık demekti.
Yine de yeni yıl yaklaşırken evimizin çevresindeki ağaçlar karla kaplanırdı.
Gece kar tutunca çocuklar sokağa koşar, kar savaşı yapardı.
Ben lojmanın kenarından onları izlerdim.
Babam, düşüp yaralanmamdan korktuğu için oynamama izin vermezdi.
Annem, dayanamayıp tepsiyle kar getirirdi ama salonda oynamak mümkün değildi.
Küçük bir kardan adam yapar, buzluğa koyardı.
Görmek isteyince bana verirdi.
Yeni yıl yaklaşınca evlerde çam ağacı süslenmezdi ama bahçelerdeki ağaçlar karla süslenirdi.
Okula giderken çocuklar ağaçların altına girer, üzerlerindeki karları silkelerdi.
Ben uzaktan izler, servisin gelmesini beklerdim.
Servis şoförü Pala Amca, küçük çocukları okula götürmek için dünyaya gönderilmiş gibiydi.
Pala bıyıkları, açık mavi gömleği, eskimiş deri yeleğiyle bir kahramana benzerdi.
Servise bindiğim anda midem bulanırdı.
Pala Amca arabayı durdurur, beni yanına alırdı.
“Az kaldı güzel kızım, ağlama,” derdi.
Yılsonunda karne alınca hepimizi Yeşilköy’e dondurma yemeye götürürdü.
Yılbaşı çekilişlerinde bana hep erkek çocukları çıkardı. Annem direksiyonlu, sesli oyuncaklar seçerdi. Benim hediyemse genelde tuhaf olurdu. Bir yıl paketten okunmuş, yırtık iki kitap çıkmıştı. Ağlamamak için kendimi zor tuttum ama teşekkür ettim. Annemin yüzünde de hayal kırıklığı vardı, ama hemen toparladı.
Karanlıktan geçmeye çalıştığımı hisseden annem, geçeceğim yollara fenerler asardı.
Yollardaki taşları toplar, adımlarımı güvenli hale getirirdi.
Çocuk olmanın getirdiği o mutlu yılların sonuna geldiğimden habersizdim.
İlk aşkım Onur ve ailesi taşınınca anladım ki, evcilik oyunları da bitmişti.
Ablam evlendi, kız grubumuz dağıldı. Sonra babam emekli oldu.
Hayatımın en konforlu yıllarını geçirdiğim lojmanlar yalnızca çocukluğum demek değildi. O yıllar, umut ve huzurun somut hâliydi.
Şimdi anlıyorum ki E blok sakinleri aynı sokakta yaşayan değil, birbirinin çocukluğunda kalan insanlardı. Bazı ilişkiler böyledir; tadında kalınca anlamlı olur.
Paylaşmayı, komşuluğu, incir ağaçlarını ve hayatın küçük ayrıntılarını birlikte öğrendik. Sonra dağıldık. Hayatın karmaşasında savrulmadık ama bir daha bir araya da gelmedik.