Gündeliğin Nabzını Tutan Şiir: Zeynep Karaca’yla Söyleşi

Zeynep Karaca, son yıllarda Türk şiiri üzerine yürütülen en nitelikli söyleşi dizilerine imza atan, sesi kadar sözü de güçlü bir isim. Onun “Şiir Matineleri” başlığı altında gerçekleştirdiği şair söyleşileri yalnızca birer röportaj değil; çağdaş Türk şiirinin nabzını tutan, hafızasını derinleştiren etkinlikler olarak düşünülmeli. Şiire yalnızca metin olarak değil, aynı zamanda kamusal bir varoluş alanı olarak da yaklaşan Karaca, günümüz şiir ortamını besleyen önemli figürlerden biri.

Zeynep Karaca’nın şiiri; LED ışıklar, bordrolar, kurabiyeler, set üstü ocaklar, otobüs durakları gibi modern yaşama dair somut ayrıntılarla örülmüş, kentli bir gerçekliğin içinden konuşuyor. Ancak bu şiir, yalnızca bireysel bir deneyimin estetik yansıması değil; toplumsal olanın damarlarına sinmiş bir tür direnç alanı. Onun poetikasında sınıf çatışmaları, emek sömürüsü, göçmenlik, kadınlık hâlleri, metropol yalnızlığı ve gündelik hayatın delikleri iç içe geçiyor. Modern olgularla örülmüş bu şiirsel evren, yalnızca duygusal değil, aynı zamanda düşünsel bir alana da hitap ediyor.

Sadece yazdıklarıyla değil, şiir adına gerçekleşen hemen her etkinlikteki görünürlüğüyle de dikkat çeken Karaca, sahici bir şiir emekçisi. İkinci kitabı Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? ile birlikte, hem içerik hem biçim açısından daha da belirginleşen şiirsel duruşu, onun çağdaş Türk şiirinde nasıl bir kulvar açtığını gösteriyor. Bu söyleşi, Karaca’nın şiirini besleyen düşünsel ve yaşamsal kaynaklara dokunmakla kalmıyor, aynı zamanda bugünün şiiri üzerine düşünmenin kapılarını da aralıyor.

“Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi?” adını taşıyan bu kitapla başlarken, okuru daha ilk anda bir ironiyle karşı karşıya bırakıyorsun. Bu başlığı seçerken aklında ne vardı? Sence bu ifade, kitabın genel poetik yönelimiyle nasıl örtüşüyor?

İroniye şöyle bakıyorum; hepimiz hayat karşısında zorlanıyoruz. Bu zorluk öyle bir aşamaya geliyor ki; çoğu zaman, benliğimizde yarıklar oluşturuyor. Bende mizah zorluğa karşı kendimi savunma biçimi. Normal hayatımda birçok insan beni komik bulur. Bir tür hayata karşı, direnç ve her şeye rağmen yaşam devam ediyor cümlesine karşılık gelen bir duygu. Günlük hayatımda da çok yer eden ironiyi, şiirde de kullanmaktan geri durmak istemedim. Biz neysek şiirimiz de odur ya biraz, bunu önceliyorum. Kendim orada olmalıyım. Başlığı seçerken birkaç alternatif daha vardı ama Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? kitabı tam karşılıyor diye düşündüm. Malum hepimizin bildiği gibi kapitalizmin ağır boyunduruğu altında yaşıyoruz. Her ne kadar fikir işçisi de olsak aslında hepimiz o küresel fabrikanın bir karşılığıyız. Hem fiziksel olarak ülkemiz ve dünya sanayileşmenin en temel göstergesi olarak fabrikaların işgali altında hem de zihinsel olarak bir fabrika işçisi gibiyiz. Emek verip karşılığında insan gibi yaşayan çok az insan tanıyorum, çoğunluk sefaleti yaşıyor. Bütün bunlara dair kitapta bir şeyler söylüyorum, bunun karşılığı olarak da ismine karar verdim. Kitapta farklı temalar bulmak mümkün, ama bu başlık genel olarak karşılıyor diye düşünüyorum. Bir de somut olmak istedim. Soyutla çok zaman kaybediyoruz halbuki hayatın doğası somutta ortaya çıkıyor.

Şiirlerinde sıkça karşımıza çıkan “fabrika”, “otobüs”, “LED”, “bordro”, “kurabiye” gibi kelimelerle kurduğun dünya, gündelik hayatla şiir arasında güçlü bir bağ kuruyor. Bu imgelerle bireysel olanı mı anlatmak istiyorsun, yoksa toplumsal olanı mı? Bu çizgiyi nasıl kuruyorsun?

Kişisel olan toplumsal da değil midir aslında? Evimde, kendi odamda otururken kişiselim ama mutfağa geçtiğimde ailem var. Biraz daha ilerlediğimde arkadaşlarım var, çizgiye bir çizik daha attığımda sosyal çevrem var. Ben aslında sadece biri değilim. Başka bir bakışla ben tek başıma ben değilim, toplumun sonucuyum. Meşhur sözle özetlersek “ben bir başkasıdır”. Kendimi dış dünyada olup bitenden ayrı konumlandırmam, sosyal bir canlıyım, hayatın içindeyim. Duygularımı ve eylemlerimi o hayatın içinde kullanıyorum. Evet ilhamımı bir kurabiyeden alıyorum belki ama kurabiye bir süre sonra bende toplumun yediği kurabiyeye dönüşüyor. Açıkçası kendini toplumun dışında sadece entelektüel olanla ilgilenenleri de çok anlamıyorum. Ben sosyal bir canlı olarak temas ettiğim her şeyden sorumluyum. İlişki kurduğum, nesneler ve insanlar bende daha sonra dönüşüyor. Bunlar bir mısra olarak ortaya çıkıyor ama kendimi bir ülkenin kaderinden ayrı düşünmüyorum. Her şeyden önce doğduğum topraklara bir borcum var, bunları ödeme derdindeyim. Hayatın da çok kişisel aktığını düşünmüyorum. İlişkiler ağında ilerliyor hayat; bir yönümüz hep topluma dönük. Hal böyleyken ben neden toplumda olup biten üzerine de söz söylemeyeyim. Neden, bir halkın arzusu, çıkmazları, acıları bende yer etmesin. Bunlar üzerine kendimi bildim bileli düşünüyorum, sonunda da ortaya koyduğum esere yansıyor.

Yoksulluk, emek, göçmenlik, sınıf çatışması ve kent yaşantısı senin şiirlerinde yalnızca temalar değil, aynı zamanda duyguların taşıyıcısı gibi. Bu şiirleri yazarken senin sosyal hayatla kurduğun ilişkiyi nasıl etkiliyor? Editörlük yaptığın gazetecilik pratiği şiirine nasıl sızıyor?

Açlık çoğunluktadır diyordu Turgut Uyar, 1960’lardan günümüze çok şey değişti ülkede ama açlık değişmedi. Ülkenin yüzde 40’ı asgari ücretle çalışıyor. Ben de zaman zaman mesleki yaşamımda asgari ücretlere çalıştım. Buradan bakınca “görünmez” olan bu insanların dertleriyle dertlenmek bana iyi geliyor. Zenginler zaten istedikleri hayatın içinde; o hayata dahil olamayan alt sınıf ilgimi çekiyor. Çevremde de maddi zorluklarla yaşayan yakınlarım var. Sınıflar çok net, sınırlar da net. Buradan bakınca taraf tutmak gerekiyor. Ayrıca sorumlu aydın bilinci dediğimiz şeyin; kendine has dertleri olmalı diye düşünüyorum. Benim dertlerim de belki bunlar. Edip Cansever’ce söylersek; gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir. Diğer türlüsü nedir ki; bir garip eğlence. Bir sorumluluk bilincim olmalı diye düşünüyorum; bunun içinde sınıflar elbette var. Alt sınıftan olan göçmenler de var. Suriye Savaşı’yla birlikte göçmen ülkesi olduk, bu insanların hayatları da zorluklarla dolu. Ama sadece Suriyeliler zorda değil, yukarıda söylediğim gibi toplumun yarısı açlık sınırında yaşıyor. Gazetecilik pratiği şiire malzeme olarak sızıyor. Gün içinde çok sayıda haberle muhatap oluyorum. Bazıları üzerimde fazla tesir bırakıyor. Bunlar da zaman zaman dizelere yansıyor ama bir bütün olarak baktığımda da gazeteciliğin şiirimi çok etkilediğini savunamam. Gazetecilikte ilişkiler daha yapaydır, halbuki şiir sahicilik istiyor.

İlk kitabın Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek ile karşılaştırıldığında, bu kitapta hem biçimsel hem tematik olarak bir değişim hissediliyor. Sen kendi şiirsel yolculuğunda bu ikinci kitapla birlikte nasıl bir dönüşüm yaşadığını düşünüyorsun?

İlk kitabın yolculuğu biraz uzundu; düşünmeye ve anlamaya çok zamanım oldu. Uzun bir sürecin sonucuydu. İkinci kitap ilk kitaptan bir yıl sonrasında yazılan yoğun şiirlerin sonucu olarak ortaya çıktı. İlk kitap biraz daha klasik kalıyor; ikinci kitap daha çok yeni şiirin alanında. Güncel şiire dair okumalarım vardı, bunun imkanlarını kullanmak istedim. Ama temelde iki kitapta da bende değişen bir şey yok. Başka versiyonlarımla ortaya çıktı iki kitapta. Tematik olarak ilk kitaptan koptuktan sonra ikinci kitapta hem güncel dilin sınırlarını hem de içimde birikenleri daha sarih bir şekilde ortaya koymak istedim. Motivasyon olarak ilk kitaba giden süreçte daha çok sıkılmıştım. İkinci kitap sıkıntının açıldığı alana denk düştü. Ortak tema olarak; sokak ve etrafında dönen olaylar söz konusu. Bu açıdan benzerlik bulunabilir ama toplama bakıldığında ikisi birbirinden çok farklı. Farkı biraz okumalar yarattı diye düşünüyorum. Güncel şiirde neler yaşanıyora daha yakından bakarak ikinci kitabı kurguladım, bu belki bariz fark olarak ortaya çıkıyor. Güncel şiirin hayatın doğasına karşı koyuş algısı üzerine çalıştım biraz. Bunu sadece bireysel bir noktadan çıkarak değil de; bir bütün olarak bana kattıkları etrafında yapmaya çalıştım. Bu da ikinci kitapta şiirleri geliştirdi. Yaşadığım çağın atmosferi ve güncel şiirin; dil ve semantik etkileri üzerine daha çok düşündüm. Bunların sonucu olarak; ikinci kitap biraz daha farklı görünüyor. Dilini de daha somut kurguladım. Şiirde çoğunluklu olarak insanların duygularına vurgu yapılıyor ama sanırım bizim metinler aracılığıyla düşünmeye daha çok ihtiyacımız var, ben de buraya yoğunlaştım. İlk kitapta da bunun örnekleri vardı ama ikinci kitap tamamen bunlar üzerine kuruldu.

Şiirlerinde İstanbul çok güçlü bir yer tutuyor. Şişhane, Kadıköy, Üsküdar, Asmalımescit gibi semtler sık sık geçiyor. Bu mekânlar şiirinde yalnızca birer arka plan mı, yoksa senin için anlam üreten, duygu taşıyan varlıklar mı?

İstanbul bir şehir olmanın ötesinde bir ruh diye düşünüyorum. Eski İstanbul’a dair bir şeyler okuyor ve duyuyoruz ama bu anlatılar bize nostaljik geliyor. Çünkü biz günümüz İstanbul’unu yaşıyoruz. Günümüz İstanbul’un trafik gibi bir çilesi var, her yerin kalabalık olması gibi bir çilesi var, çirkin yapılaşma gibi bir sorunu var. Ama tüm bunlara rağmen İstanbul bizde; ruh bırakıyor. Bu metropol ruhu belki. Fatih’te bir türbeye denk geldikten sonra arasında bir saat bile mesafe olmayan Levent’e geçtiğinizde, gökdelenlerin dünyası var. Ama bunların dışında; sergiler, sinemalar, kitapçılar, konserler ve daha birçok kültürel etkinlik, sizi bu şehre bağlayan ve vazgeçilmez yapan şeylerden biri. Hem mimari olarak geçmişi barındırması hem de günümüz hengamesine karşı çok veri bulundurması bende İstanbul’u kutsal yapıyor. Kendim Sultangazi’de oturuyorum ama Fatih, Beyoğlu, Üsküdar, Kadıköy, Beşiktaş ve Eyüp en sık gittiğim semtler. Hatta o kadar ki; bu semtlerde birçok yeri sokak sokak biliyorum. Gezmeyi çok seviyorum ve gezerken şehre dair çok hikaye biriktiriyorum, deniz kenarlarında oturmayı seviyorum, oralara dair de bir şeyler birikiyor. Şu an bu soruşturmayı Süleymaniye’de bir kafede cevaplıyorum. 24 yıldır İstanbul’dayım, liseyi burada okudum. Sanki ruhumda olan birçok şey bu şehirde de var gibi düşünüyorum. İstanbul’da birçok zıtlığı bir arada bulabilirsiniz, bir sokak başında biriyle tanışabilirsiniz. Klasik değimle unutulmaz anlar dediğimiz hikayeler biriktirmeye çok müsait bir şehir. Her sokağı benim için ayrı bir sürpriz ayrı bir hikaye ayrı bir gerçek. Üsküdar’da da beş yıl kadar yaşamıştım. Tüm bunlar etrafında size sürekli hikaye anlatan bir nineniz varsa onun dizinin dibinden ayrılmak istemezseniz, üstelik nineniz çok yaşlı ama size güncel hikayeler de anlatıyorsa bunu da eğlenceli ve ütopik bulursunuz. İstanbul da benim için biraz böyle. Artısıyla, eskisiyle çok seviyorum, bu şehri.

“Biodaki link”, “set üstü ocak”, “projeksiyon” gibi kavramları şiirsel evrenine katmaktan çekinmiyorsun. Bu tür dijital çağın söz dağarcığını şiire dahil etmek senin için nasıl bir tercihti? Bu dilsel karışımdan doğan anlamlarla nasıl bir ilişki kuruyorsun?

 Teknolojinin hüküm sürdüğü bir çağda yaşıyoruz. Hatta teknoloji o kadar hızla ilerliyor ki; önümüzdeki yüzyılda bu hızla giderse, robotlar hayatımızın bir parçası olacak. Şimdi bile kullanıldığı yerler var. Biz de 2000 sonrası yoğun bir şekilde bu çağın içine girdik. Cep telefonlarından sosyal medyaya, akıllı ev aletlerinden  yapay zekaya. Etrafımız sarılmış durumda. Artık teknolojinin dinini yaşayacağız gibi duruyor. Burada bir yanı sokak olan insan ne yapacak, emeği ne olacak. Gibi bir çok soru beni düşündürüyor. Ayrıca teknolojik araçlara sahip olanlar, bizim eğilimlerimizi de yönetme derdinde. En azından sosyal medyada algoritma denen bir olay var. Bir şey hakkında yazdığınızda ya da araştırdığınızda sizin önünüze daha fazla o konuda bilgi çıkması gibi. Temayüllerimiz de işgal altında. Bütün bunlar karşında biz nasıl insan kalacağız. Hız çağı diyoruz, artık iki saatlik bir filme tahammül edemiyoruz. Beş ya da on dakikalık videolar yetiyor. Bütün bunlar olup biterken biz ne zaman vakit bulacağız da duygulara ve sağlam ilişkilere zaman ayıracağız. Biz nasıl olacakta, bir başkasına temas edip ilişki kuracağız. Şu an bile ilişkilerimiz medya araçları üzerinden. İşte tüm bunlar etrafında düşünüyorum. Muhafazakar biri değilim, teknolojiyi reddetmiyorum ama varlığı da insanlığımız için büyük sorun diyorum. Bunlar üzerine düşünürken, dizelere de yansıyor. Olduğu gibi anlamaya çalışıyorum.

Kadınlık hâlleri, patriyarka, beden ve görünürlük meseleleri şiirlerinde hem çok kişisel hem de kolektif bir yerden konuşuyor gibi. “Bir Kadının İntikamında…” şiirinde de bu hissediliyor. Kadınlık ve şiir arasında nasıl bir bağ kuruyorsun?

İç içe bir bağ olduğunu düşünüyorum. Yaptığım her eylem ya da söz kadınlık haneme yazılıyor. Meşhur değişle “kadın olunmaz kadın doğulur”. Özellikle bu topraklarda kadın olarak doğduğunuz anlardan itibaren size bir kimlik yükleniyor. Eylemleriniz belirlenmiş, hatta ki konuşma tarzınıza kadar. Biraz çok gülerseniz bu normal karşılanmaz. Kadınlar olarak etrafımız kalıplarla dolu. Nasıl yaşaman, nasıl giyinmen hatta ileri aşama nasıl düşünmen gerektiği gibi belirli. Dindar bir ailede büyüdüm. İnsanın kendilik bilinci ergenlik döneminde ortaya çıkıyor. Oradan itibaren hikaye hızla gelişiyor. Erken yaşta çalışma hayatına atıldım. Derken haliyle kadına dair hem kendi hikayemden hem de etrafımdaki hikayelerden çok şey öğrendim. Yazarken bir cinsiyet rolüyle yazmıyorum. Hatta bazı şiirlerimi çok eril bulan bile olmuştu. Ama ben bir kadın olarak mücadelemi sürdürüyorum, bunun yansımaları da oluyor. Yazdıklarımın tamamı kadın yazımıdır ama yine de kadınlara has temalara çok yer veriyorum, bu bilinçli tercih. Mesela ağırlıklı olarak annem var, bazen babaannem, bazen dindar bir kadın, bazen de tüm kadınlar. Bunları bilinçli yapıyorum. Bizim toplumumuzda kadın maalesef hala ikincil varlık. Geçmişe göre bazı ilerlemeler var. Toplumda kadının görünür olması gittikçe artıyor ama tüm ülkeden söz edersek de; bu çok azınlıkta bir durum. Kadına şiddet gibi konular da kronikleşti, çözülmeyen bir durumda. Kız çocuklarının okullaşma oranı arttı ama yaşadıkları yoksulluk onları kendi benliklerini bulma noktasında sıkıntıya sokuyor. “Özgür kadın” bu biraz da ekonomik bağımsızlıkla olan bir şey. Her şey bir binanın tuğlası gibi; birbirine bağlı. Temelde eşit paylaşılmayan maddi ve manevi haklar kadınları gittikçe daha dar bir alana hapsediyor. Ben de bir kadın olarak bunun sorumluluğunu taşıyorum, bunlar da şiirlere yansıyor.

Şiirlerinde tekrarları, uzun soluklu cümleleri ve zaman zaman bilinç akışını andıran dizilişleri sıkça görüyoruz. Bu biçimsel tercihlerin sende nasıl şekilleniyor? Şiirinin ritmini ne belirliyor?

Kuş uçtu diye bir dizeye kuş kanatlarını çırpa çırpa uçtuyu eklersek. Kuşun uçuşuyla ilgili bir sorunumuz olduğunu açık ederiz. Bu da bizim için normal olabileceği gibi bilinçli bir tercihin sonucu da olabilir. Şiir yazma sürecim genelde şöyle ilerliyor. Önce şiir olacak malzemeyi buluyorum. Bununla kafamda bir süre dolanıyorum. Bu dolanma sürecinde şiirimin taslağı kafamda oluşuyor. Sonra geriye yazmak kalıyor. Valery’nin dediği gibi ilk dize ilham oluyor gerisi benim çalışmam. Bu düşünce süreci bittiğinde kendimi özgür bırakıyorum. Hangi dizenin nasıl akacağına o an karar vermiş oluyorum. Bu biraz bilinç akışı sağlıyor. Bazen de bir duygu olarak bilinçli bir şekilde vurguluyorum. Arada da bilinçsizce şiiri yazarken yaptıklarım oluyor. O an ki duygusu beni tatmin ediyorsa, belirli bir ritme ulaştığıma inanıyorsam öyle bırakıyorum. Süreç zihinsel irlerlediği için zihin de karmaşık bir olgu olduğu için tam anlamıyla açıklamak ne kadar mümkün bilmiyorum ama bazı şiirlerde diyalektik mantığı kullanıyorum.

“Bir Otobüsteyiz Açlığı İtinayla Elden Ele Uzatan”, “Şu Açlığı Elden Ele Uzatalım” ve “Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi?” gibi şiirlerde emek, üretim ve yoksulluk üzerine çok güçlü imgeler var. Bu şiirleri bugünün ekonomik gerçekliğiyle nasıl örüyorsun?

Bugünün ekonomik gerçekliğini neo-liberal ekonomi politikaları belirliyor. 20’yi aşkın yıldır aynı hükümet tarafından yönetiliyoruz. Bu hükümet geldiği günden günümüze kadar küresel ekonominin bir parçası olmayı bize vaat etti. Oldu da. Ekonomimiz her yıl yüzde 4,5 gibi rakamlarla büyüdü. Hızlı trenler, havaalanları, otoyollar. Bunlar büyük vaatlerdi. Birçoğu gerçek oldu. Köprüler yapıldı ama o köprülerden para verip geçecek halkın çoğunluğu ekonomik refaha sahip olamadı. İktidar kendi kitlesini konsolide etti ve kendiyle yol alan bir grup iyi denecek kadar servet biriktirdi. Ama açlık değişmedi. Kişi başına düşen milli gelirin sürekli arttığını söyleyen bir hükümetimiz var ama insanlar çocuklarını kreşe gönderemiyor pahalı diye. Milli gelir sürekli artıyor ama yılda iki kez tatile çıkamıyoruz. Hala bayramlarda köyümüze gidiyoruz, çünkü daha ekonomik. Milli gelir arttı ama her hafta iki kere et yiyemiyoruz. Tavukla yetiniyoruz. Liste uzayıp gider. Bütün bunlar olup biterken gerek çevremde şahit olduklarım gerek toplumda bana bu karşı koyuş şiirlerini yazdırmaya sebep oluyor. Sürekli gelişmekte olan bir ülke olarak birçok fırsatı taşıyoruz, dünyaya eklemlenmemizde de bir sorun yok ama bir yandan da derin bir yoksulluğu içimizde taşıyoruz. Bunlar elbette gözümü yumup hayata devam edebileceğim mevzular olmadığı için yazıyorum. Şairin kelimeden daha güçlü bir silahı da henüz yok maalesef.

Şiirlerinde yer alan metafizik göndermeler —Allah, Hızır, peygamber, dua— modern şiirin çoğu zaman seküler yapısıyla ilginç bir gerilim yaratıyor. Senin için bu öğeler şiire nasıl dahil oluyor? Kişisel bir arayış mı, yoksa kolektif hafızanın bir yansıması mı?

Bunlar dinde çokça düşündüğüm konular, meraklarım. Toplumsal hafıza olarak da “inançlı” bir toplumda yaşıyoruz. Kişisel olanlar toplumsal olanın iç içeliğinin yansıması diyebilirim. Kişisel arayış olarak; din konusunda çok sorgulamalarım olmuştur, özellikle genç yaşlarda yoğundu. Sonra alametler belirdi, inandım Allah’a :). Sorgulama bende hep olan bir şeydir bu dinde de kendini gösteriyor. Belki dindar biri sayılmam ama inançlıyım. O yüzden Hızır, Peygamber gibi konuları da seviyorum. Metafizik olan iyidir, bizim alanımızı genişletir. Fiziğin alanı sınırlı. Bizim uçsuz bucaksız yanlarımız var burada metafizik işe yarıyor. Allah’a inandığı için mutlu ama dine ihtiyaç duyanlar için de her zaman sorgulayıcı oldum. Bunlardan bahsetmek hem kişisel hikayemde hem de kollektif bilinçte hoşuma gidiyor.

Şiirlerinde bireysel hatıralarla toplumsal hafıza sık sık iç içe geçiyor. Mezarlıklar, otobüsler, parklar, evler… Bu yerler hem senin geçmişine hem hepimizin bugüne ait gibi. Bellek senin için nasıl bir şiirsel malzeme?

Ne diyoruz, hafızamızın sınırları dünyamızın sınırları. Bellek çok geniş bir alan; eşyayla da insanla da tarih ve doğayla da bir belleğimiz olabilir. Zihinsel olarak dinç bir beynim var, olayları ve mekanları kolay kolay unutmam. Ama şöyle bir yanda var. Bir noktadan uzaklaştıktan sonra yani bu güne geçtiğimizde dün artık bizim için bir anı, hatırlanma biçimi. Ertesi günü hatırlayarak var oluyoruz ya da bu günü inşa ediyoruz. Bu süreç ben de kişisel olduğu kadar toplumsal bir evrene de tekabül ediyor. Neydi o, kişisel olan politiktir mi diyorduk. Evet buna birkaç eleştirim var ama büyük oranda da katılıyorum. Bellek bende birden çocukluğumu hatırlamaksa birden bu ülkenin kaderinde bir kara olayı hatırlamak olarak ortaya çıkabiliyor. Hafızamın dinç olması da malzeme toplamak konusunda beni kolaylıyor. Bellek bence unutmayla değilde hatırlamda ortaya çıkan bir gerçek. Biz toplumsal hafızada çok çabuk unutan bir halkız. Bizi derinden etkileyen olayları birkaç yıl sonra anmaya sadece bir avuç insan olarak gidiyoruz. Halbuki hatırlama beraberinde yüzleşmeyi de getirir. Bu kadar hafızasız olmayı sağlıklı bulmuyorum. Şiirde de bir tür hatırlama, kayıt altına alma ve unutturmama aracı olarak kullanmayı deniyorum.

İkinci kitabınla birlikte hem biçimsel olarak deneyselliğe açık hem de doğrudan politik bir şiir ortaya koyuyorsun. Sence “Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi?”, günümüz Türk şiiri içinde nasıl bir yere oturuyor? Kendini hangi geleneklerle ya da yeni arayışlarla birlikte düşünüyorsun?

Aslında politik bir yer olsun diye konuşmuyorum. Kendime ve topluma baktığımda bazı dertlerim var, bunları yazıyorum. Eğer bunlar politik bir dilde karşılık buluyorsa da buna itiraz etmiyorum. Öyledir. Sadece; okuyorum, yaşıyorum ve yazıyorum. Buradan bakınca slogan atmayı sevmiyorum. Ama fikir şiirde elmanın içindeki vitamin gibi olmalı derler, buna katılıyorum. Bir yere konulmak ya da bir sese eklemlenmek derdim yok. 2025 günümüz Türkiye’sinde bunlar yaşanıyor, ben de buna işaret ediyorum. Burada bir sorun var diyorum. Benimle aynı düşünenler varsa mutlu olurum. Bana katılmayan varsa da mutlu olurum. Ne güzel, başka dertleri var demek ki. Ama şundan şikayetçiyim günümüz şiirinde şairler fazlaca kişisel hezeyanlarını anlatıyorlar. Bunlara bu kadar maruz kalmaya itiraz ediyorum. Ben aynı zamanda toplumsal bir varlığım, bunun niye bir karşılığı yok şiirde. Yapanları tenzih ederek yazıyorum. Belki de buradan bakınca toplumsal gerçeklikten yazıyorum. Ama adlandırmaya ne gerek var. Biri bizi nasıl sevmek istiyorsa öyle sevsin. Nasıl etkilenmek istiyorsa öyle etkilensin. Ben kendimde birikenleri yazıyorum. Umarım, okuyanlarda şiirin hakkını verir, kalıplara sıkıştırılmak istemem.

En Yeniler

Kötü Şiirin İhtisası: Bir Tasnif Denemesi

Bu dosya, şair Münir Yenigül’ün uzun yıllara yayılan bir...

Ömer Uluç: “Ufuk Çizgisinden Öteye” Sergisi

İstanbul Modern’de “Ufuk Çizgisinden Öteye” Sergisi Üzerine Bir İncelemeYazan:...

Wes Anderson Sinemasında Yeni Bir Katman: Fenike Planı (The Phoenician Scheme)

Wes Anderson, 1990’lardan bu yana kendine özgü bir estetikle...

Alekos Fassianos: Mit ile Gündeliğin Arasında Figüratif Bir Şiirsellik

Azimet Avcu Alekos Fassianos’un yaşamı ve sanatı, yalnızca modern Yunan...

Kedilerin İçtiği Su – Ozan R. Kartal

o kadar düşündüm o kadar düşündüm ki korktum dünyadan çilehanelerde sıkılmıyor...

Ergin Günçe Hep Aramızdaydı

Adnan ÖZYALÇINER Ergin Günçe, en gencimizdi. Aynı dönemde İstanbul Erkek...

Benzer İçerikler

Kendine Ait Bir Harita: Deniz Schwarzwald’ın Şiiri

Deniz Schwarzwald’ın ilk şiir kitabı "Bütün Haritaların Dışında" üzerine ve kendisinin hem şiirinin hem kimliğinin hem de aidiyetinin yer yer kesildiği, kırıldığı ve yeniden...

Bir Taş Kadar Şifâlı; Emel Koşar ile “Cevher” Üzerine Söyleşi

Söyleşi:İmren Keyik   Şiir kitaplarınızın sonuncusu olan Cevher üzerine konuşmaya başlamadan önce, yaratım süreciniz üzerine biraz konuşmak istiyorum. Akademisyenlik gibi yoğun bir meslekle birlikte...

Sait Faik’in Ardından Bir Veda, Bir Vasiyet, Bir Fısıltı: Selim İleri’nin Son Tanıklığı “O Derin Fısıltı”da Okurla Buluşuyor!

(Basın Bülteninden) Farklı diyebileceğimiz üç kuşaktan üç yazar, aynı zamanda Sait Faik’in tutkulu okurları olan Selim İleri, Turgay Kantürk ve Deniz Durukan, büyük öykücümüz ve...