Ahmet Fatih Yılmaz
Evde Ölüm, Sinemada Ölüm ve Ölüm Sosyolojisi
Sinema başından itibaren insana dair ne varsa filmleştirmeye çabalamıştır. Dünyada ve daha genel anlamda evrende ne varsa, ulaşılabilirliği ölçüsünde film diline tercüme edilmiştir. İnsanın dünya yolculuğunu, hayat ve ölüm arasında kalmış kısa bir hikâye olarak ele alan yerli ve yabancı anlatıların sayısı epey fazladır. İnsan ömrü, devam edegelen hayat tarzıyla ele alınabildiği gibi, farklı şekillerde cereyan eden ölümlerle de değerlendirilebilmektedir. Belki de genel anlamda iki tür film olduğu söylenebilir: Ölümden kaçışı/uzaklaşmayı amaçlayan ve ölümle yeniden karşılaşmayı/yüzleşmeyi amaçlayan filmler. İnsanlık tarihi de bu anlamda iki ayrı evreye ayrılabilmektedir.
İnsanın dünyaya gelmesinden sonra hep yaşam değil de ölüm korkuyla anılmıştır. Hâlbuki Cicero’ya göre yaşam da korkularla doludur. Ölmekle başımıza gelebilecek birçok felaketten kurtulmuş oluruz. Bu kötülükler belki hiçbir zaman başımıza gelmeyecektir ama bir gün gelebilir de. Bununla birlikte insanoğlu bunların kendi başına gelebileceğine asla inanmaz, herkes bahtının Metellus gibi açık olmasını umut eder. İnsan, dünyada talihli insanların talihsizlerden daha çok olduğuna, giriştiği işlerin akıbetinin önceden belli olduğuna, umut etmenin gelecekten korkmaktan daha akıllıca olduğuna inanmaya meyillidir. Yaşar Çabuklu, tarihten verdiği örneklerle insanın ölümle imtihanını anlatırken, 19. yüzyıl kapitalizminin mezarlıkları şehir dışına taşımaya başlamasından bahsetmektedir. Böylece mezarlıklar dolayımında ölümün rahatsızlık verici, ürkütücü, tedirgin edici varlığı da insan hayatından uzaklaştırılmış olmaktadır. Daha eski dönemlerde insanlar evlerinde, sevdiklerinin yanı başında ölürken, bu dönemden sonra hastanelerin steril ve teknolojik ortamlarında, yalnızlık hissi içinde ölmeye başlamışlardır. Bütün Saadetler Mümkündür filmindeki yaşlı adamın (Mevlüt amca) ölümü de, bir anlamda 19. yüzyıl öncesi bu geleneksel ölüm şekline bir dönüşü, özlemi yad etmektedir: “Yalnız da olsa evinde ölebilmek”., evin insan için vazgeçilmezliğini açıklarken, “Ev olmasa insan dağılmış bir varlık olurdu” demekte ve devamında şunları yazmaktadır:
“Ev, insanı gökten inen fırtınalara karşı koruduğu gibi, yaşamdaki fırtınalara karşı da ayakta tutar. Ev hem beden hem ruhtur. İnsan varlığının ilk dünyasıdır. Aceleci metafiziklerin vazettiği gibi insan ‘dünyaya fırlatılmış’ bir varlık olmaktan önce, evin beşiğine yatırılmış bir varlıktır. Kurduğumuz düşlerdeki ev hep büyük bir beşiktir. Somut bir metafizik bu olguyu, bu basit olguyu bir kenara atamaz; öyle ki, bu olgu bir değerdir, kurduğumuz düşlerde dönüp dolaşıp geldiğimiz önemli bir değer. Varlık, hemen bir değer olup çıkar. Yaşam güzel başlar; evin kucağında kapalı, korunmuş, ılık mı ılık”.
Bütün Saadetler Mümkündür filmi, bu anlamda postmodernist anlatıların izleğini takip eder. Postmodernist anlatılar, küçük yaşamların, gündelik hayatın kıyısında köşesinde kalmış, normal şartlar altında görünür olamayacak çeşitli ayrıntıların öne çıkarılmasına ağırlık vermektedir. Dolayısıyla Sakarya’nın eski bir mahallesindeki kentsel dönüşüm alanında yer alan eski bir ev ve bu evin sahibi olan yaşlı adam (Mevlüt amca), normal şartlar altında, gündelik hayatın koşuşturmacası, keşmekeşi içinde pek de görünür olamaz.
Postmodern insanın, onu görünür hale getirmeye çalışan tüm teknolojilere rağmen gerçek anlamda görünür olamamasında “bunalım çağı”nın etkisi bulunmaktadır. Türkyılmaz, bu bunalım döneminin hemen başlarında ortaya çıkan kimi düşünürlerin, “canlı insanın”, “toplumsal insanın”, “kişinin” yok edilmeye çalışıldığı yerde geleneğe başkaldırdığını ve insana hak ettiği değeri yeniden verdiklerini aktarmaktadır.
Nitekim filmin başkarakteri Ali de kendini gerçekleştirmeye çalışan bir gençtir ve bu yolda kendine özgü bir yol haritası belirlemiştir. Ancak hayatın sürprizleri karşısında teslim olmaktan başka çare bulamaz. Mevlüt amca ona kendini gerçekleştirmek için farklı bir güzergâh çizmiştir. Başlangıçta eski yolunu (Erasmus) bırakmak istemez fakat ölümle yüzleşme saati geldiğinde yeni yolun ne olduğu konusunda daha aydınlık bir bilince sahip olduğunu fark eder.
Baudrillard’a göre, çalışmak yavaş yavaş ölmekten başka bir şey değildir. Bu daha çok fiziksel bir tükenişe işaret etmektedir. Yavaş bir ölüm, vahşi bir ölüme karşı koymaktadır. Kurban düzeninde anında gerçekleşen ölüme karşı geciktirilen bir ölüm düzeni ikame edilmiştir. Çalıştıkça yavaş yavaş ölüme doğru gidilen bir yoldur bu. Gençler, uzun çalışmalarının neticesinde ölümün eşiğine gelecek olan; yaşlılar ise uzun çalışmalarının neticesinde ölümün eşiğine gelmiş olan insanlardır. Her ikisinin karşılaşması, yaşamın ölümle karşılaşması/yüzleşmesi gibidir. Bütün Saadetler Mümkündür filmi de izleyicisine bu deneyimi yaşatmaktadır.
Ölüm olgusu, filmde sosyolojik bir gerçeklik olarak ele alınmaktadır. Filmde, Mevlüt amcanın evi dışında başka herhangi bir evin içini görmeyiz. Bakkal dükkânı, sahaf, okul gibi başka mekânların içine vakıf oluruz fakat tek ev Mevlüt amcanın evidir, çünkü filmin meselesi, bu ev özelinde diğer birçok eski evin ve Mevlüt amca özelinde diğer birçok yaşlı insanın içine düştüğü ölüm-kalım savaşıdır. Ali, Mevlüt amcayla ilgilenmeye başladıktan sonra, mirasın başka birisine gitmesinden korkan bir aile ortaya çıkar. Mevlüt amcanın kızı, Ali’yle ve babasıyla hesaplaşmak için gelir. Bu hesaplaşmanın kazananı ise filmin finalinde evin camına asılan “satılık” yazısıyla somut hale gelir.
“Bütün Saadetler Mümkündür” Filminin Sosyolojik Çözümlemesi
Bütün Saadetler Mümkündür filmi, Türk toplumu ve onun gündelik hayatı, gelenekleri, ritüelleri, kültürel değerleri, aile yapısı, yaşam biçimi, değer kavramı, toplumsal roller, kültürlenme, şehir hayatındaki değişimler, dönüşümler üzerine pek çok şey söylemektedir.
Filmin çekimleri Sakarya’da yapılmıştır. Yönetmen Selman Kılıçarslan, aynı zamanda filmin senaristidir. Kendisi de Sakaryalıdır. İlk filmini en iyi bildiği yerde çekmek istemiş, bu nedenle çok fazla mekân arayışında olmamıştır. Kendisiyle gerçekleştirilen bir söyleşide, “Senaryoyu yazarken, mekânlar tek tek gözümün önüne geliyordu” demektedir. Yönetmen çok iyi bildiği bir şehri ve o şehirde geçen olayları anlatmaktadır. Filmin hikâyesi de yine yönetmenin kuzeninin başından geçen gerçek bir olaya dayanmaktadır.
Sakarya, bölgesinde önemli bir şehirdir. Çevresinde metropol şehirler olmasına rağmen, Sakarya halen bir Anadolu şehri görünümündedir. Dolayısıyla taşrada var olan samimi ilişkiler bir yönüyle hala devam edebilmektedir. Çevresinde sanayileşen, giderek büyüyen, nüfus artış hızlarıyla giderek yaşanmaz hale gelen büyükşehirler olmasına rağmen Sakarya, bu yönden daha farklı bir konumda bulunmaktadır. Yönetmenin Sakarya’ya dair izleyiciye geçirmek istediği duygular arasında bunun da olduğunu düşünmemek mümkün değildir. Çünkü Mevlüt amcanın (Arif Erkin) yaşadığı ev ve bölge bir Anadolu kasabası görünümündedir. Bu bir gecekondu mahallesi değildir. Anlatılmak istenen şey, gecekondulaşma da değildir. Burada asıl vurgulanmak istenen nokta, kent merkezinde halen gökdelenlerin, müteahhitlerin nüfuz edemediği, eski mahalle dokusunu koruyan bölgelerin kaldığı, bununla birlikte artık sınıra dayanıldığı, Sakarya’nın da bu anlamda son demlerini yaşadığıdır. Mevlüt amca ve onun gibi hayatının son demlerinde olan yaşlı insanların bu dünyadan göçmesiyle birlikte, elde kalan bu son mahallelerin de ortadan kalkacağı vurgulanmaktadır. Bu aslında doğrudan ifade edilen bir şey değildir. Dikkat çekici olan nokta da burasıdır. Bunu, filmin sonlarına doğru Mevlüt amcanın yanına gelen kızının söylediklerinden çıkarmak mümkündür. Kızı, Mevlüt amcayı düşünüyormuş gibi konuşsa da, gerçekte kocasıyla birlikte evin satılmasını istemektedirler. Mevlüt amcanın kızı, burada daha farklı bir kimlik ve kişilik olarak izleyiciye sunulur. Örneğin evden ayrılmak üzereyken karşılaştığı Ali’ye, babasına neden bakıcılık yaptığını sorar. Ali, “Allah rızası için” cevabını verir ancak kız inanmaz. Sahnenin uzunluğundan ve sinematografik tercihlerden, daha sonraki sahneler için, özellikle de filmin finalinde karşılaşılacak sahneler için hazırlık yapıldığını okumak mümkündür. Zira filmin finalinde, Mevlüt amcanın ölümünün hemen ertesinde evin camına “satılık” ilanı yapıştırılmaktadır. Mevlüt amcanın kızı, Ali’yi soruştururken, bir yandan da satışa mani olabilecek yeni bir varis çıkacak mı sorusunun cevabını aramaktadır.
Mevlüt amca terk edilmiş, yaşı itibariyle de hayatın kıyısına çekilmiş, bir anlamda ölümü bekleyen bir insandır. Eşi yıllar önce vefat etmiştir, çocuklarıyla iletişimi yok denecek kadar azdır. Filmin bir yerinde Ali’ye hitaben, “Ölemedim gitti” demektedir. Ali eve yerleşmeden önce Mevlüt amcanın yanında kalan bir kız öğrenci vardır; Gülce (Nilay Erdönmez). Gülce, Mevlüt amcanın yemeğini yapmakta ve ev işlerinde ona yardım etmektedir.
Gülce’ye âşık olan ama bir türlü ona açılamayan Ali (Kemal Uçar) de yalnız, içine kapalı bir gençtir. Ali’nin en yakın dostu kitaplarıdır, o nedenle sahaf bir arkadaşı vardır. O da Ali’ye akıl hocalığı yapmaktadır. Ali, üzüldüğünde, sevindiğinde soluğu sahaf Osman’ın (Ruhi Sarı) yanında alır. Osman, gizemli, mistik özellikleri olan bir karakterdir. Yükselen değer olarak tarikat meselesi de Osman karakteri üzerinden filme aşılanmıştır. Sakarya bölgesinde, tarikat ilişkileri oldukça canlıdır. Bu durum, filmde yansıtılmak istenen toplumsal yapıyla da uyum göstermektedir. Filmde sahaf Osman, daha elit bir topluluk içinde temsil edilmektedir. Film, bu toplumsal çevreyi kurarken ve karakterleri tanıtırken, Ali ve Mevlüt amcanın merkezinde olduğu asıl konuya da yavaş yavaş dikkati toplamaktadır.
Olay örgüsünde, Ali’nin Mevlüt amcayla buluşması da Gülce karakteri dolayımında gerçekleşir. Ali, uzun zaman açılamadığı Gülce’yi takip ederek, Mevlüt amcanın evine ulaşır. Evin önünde beklerken, Mevlüt amca onu görür ve çağırır, bakkala kömür almaya gönderir. Kömürün alındığı yerin bakkal olması, mahalle ilişkilerinin hala canlı olduğuna işaret etmektedir. Bakkalın oğlu, stereotipik özellikler taşımaktadır. Ali buradan kömür alır ve Mevlüt amcanın hesabına yazdırır. Bu alışveriş sonucunda güvene dayalı ekonomik etkinliğin de halen devam ettiği vurgulanmış olmaktadır. Ali, kömürü alıp getirir ama henüz başına geleceklerin farkında değildir. Mevlüt amcaya bakıcılık yapan Gülce habersizce kayıplara karışır, sonra Ali, Mevlüt amcanın yanında kalmaya başlar. Bu arada izleyici Mevlüt amcayı tanır, onun nasıl bir karaktere sahip olduğunu öğrenir. Mevlüt amca, evinde kaldığı süre içerisinde Ali’ye tecrübe aktarımı yapar: Odun nasıl kırılır, soba nasıl yakılır, ölümden sonra cenazeyle ilgili neler yapılır.
Diğer yandan da modern kent yaşamının ne tür çelişkiler barındırdığına dair fikir sahibi olunmaktadır. Bir yandan samimi, güvene dayalı ilişkiler vardır, diğer yandan da bu mahallelerde oturanlar genellikle yaşlı insanlar oldukları için çoğunlukla yalnızlık çekmektedirler. Kendi yakınları, aileleri, çocukları kabul onları etmez ya da onlar gururlarına yedirip de çocuklarının, gelinlerinin, damatlarının yanına gidemezler. Damat ya da gelin yanında kalmak onlar için külfet gibi görülmektedir. Ülke genelinde yaygınlaşan huzurevleri de halen kabul gören bir yapı değildir. Yakınlarını huzurevlerine yatıranlar toplumsal olarak kınanmaktadır. Belediyelerin bakım hizmetleri de çoğu zaman, “çevrede laf-söz olur” diye kabul edilmez. Sonuç olarak, hayatın kıyısına itilmiş yaşlı insanlar, şehirlerin bu güzel mahallelerinde çoğu zaman yalnız ölmektedirler. Onların ölümünden kimsenin haberi olmaz, bazen günler sonra bulunurlar. Ali’nin işlevi de görmediğimiz/göremediğimiz bu insanları bize göstermektir. Yaşlılık nasıl bir şeydir, hayatının son demlerinde yalnız kalmak, temel ihtiyaçlarını dahi görmekten acizken yaşamını devam ettirmek zorunda olmak nasıl bir şeydir bunu göstermektedir. Ancak başlangıçta Ali’nin de aslında bunu isteyerek yapmadığı görülmektedir. Evde kalmak istemez, mecbur kaldığı için bakıcılığı kabul eder, sonra gitmek ister, fakat bir türlü ayrılamaz. Erasmus’a başvurmuştur, çıkarsa ne yapacaktır? İşin sonunda yaşlı bir adam için Avrupa trenini kaçırmak da vardır. O da kendi içinde bu sorgulamaları yapar gibi görünmektedir. Mevlüt amca tuvalet ihtiyacını giderirken, üstüne idrar sıçradığında Ali isyan eder. Bu sahne, Ali’nin içinde bulunduğu ikilemi göstermesi açısından önemlidir. Mevlüt amca bu sahneden sonra onun gitmesine izin verir. O da evden ayrılır. Ali evden ayrılırken, her zamankinin aksine Mevlüt amca, “Işığı kapat, kapıyı çek” der.
Netice olarak, Mevlüt amca, Ali’yle tam da vedalaştıkları gece, yatağında tek başına ölür. Ali, bir vesileyle geri döner ve Mevlüt amcanın öldüğünü anlar. Bir gün Mevlüt amcanın evinin önünden geçerken, evin camına “satılık” ilanı asıldığını görürler. Filmin mottosu da finalde bu sahneyle verilmektedir: Mevlüt amcalar ölecek, bütün şehirler eninde sonunda gökdelenlere teslim olacak.
Kimi görüşlere göre, filmler de tıpkı roman, hikâye, şiir gibi yazılabilir, okunabilir bir şeydir. Bu düşünceler sinemanın ortaya çıkışından itibaren var olsa da kuramsal anlamda Alexander Astruc’ün “Camera-Stylo” adlı makalesi ile Fransız Yeni Dalga yönetmenlerine hamilik yapan sinema kuramcısı Andre Bazin tarafından desteklenmiş ve ardından “Auteur yönetmenlik” anlayışı çerçevesinde günümüze değin gelişim göstermiştir.
Sosyolojik film eleştirisi, toplum temelli görüşler etrafında filmlerin okunması anlamına gelmekte ve filmlerin farklı bakış açılarından okunabilmesini sağlamaktadır. Toplumsal yapı, kültür, gelenek, siyaset, tarih gibi unsurlar sosyolojik film eleştirisi kapsamında ele alınabilmektedir. Bütün Saadetler Mümkündür filmi de sosyolojik film okumasına imkân veren bir filmdir. Çalışmada, filmin çekildiği şehir olan Sakarya ile bu şehirde bulunan ve filme konu olan mekânlar, toplumsal, kültürel ve siyasal bağlamlarında değerlendirilmiştir. Filmin merkezinde platonik bir aşk hikâyesi duruyor gibi görünse de asıl meselenin şehrin dönüşümü, insanın dönüşümü, gençlik-yaşlılık, ölüm gibi temalar olduğu ve bu temaların özellikle Mevlüt amca karakteri üzerinden anlatılmaya çalışıldığı görülmüştür. Dolayısıyla bu bakış açısından filme bakıldığında, olayların Mevlüt amcanın etrafında döndüğü, Ali, Gülce, Osman gibi karakterlerin de araçsal özellik taşıdıkları değerlendirilmiştir.
Mevlüt amca, yönetmen Selman Kılıçaslan’ın seçtiği bir modeldir. O model, Türkiye genelinde pek çok benzeri olan Mevlüt amcaları temsil etmektedir. Buradan yola çıkarak bir anlamda, şehrin eski bir mahallesinde yalnız yaşayan, aile bağları kopuk, ölüm korkusuyla baş etmeye çalışan, bir yandan da “miras” sorunsalı etrafında çocuklarıyla gerilimli ilişkiler içine giren yaşlı insanlara dikkat çekilmektedir.
Bununla birlikte Sakarya şehri mekân olarak seçilmiştir. Film boyunca Sakarya’nın sokakları, evleri, insanları yönetmenin kadrajına girmektedir. Bu durum, filme tarihsellik de kazandırmaktadır. Zira bu film, birkaç on yıl sonra Sakarya üzerine yapılacak çalışmalarda kullanılabilecek detaylar barındırmaktadır. Şehirde yaşayan insanlar arasından seçilen Mevlüt amcanın etrafındaki diğer karakterler olan Ali, Gülce ve Osman gibi karakterlerin her biri belirli toplumsal kodlarla kodlanmıştır. Örneğin Ali ve Osman “muhafazakâr” olarak değerlendirilebilecek kodlara sahiptir. Osman, şehirdeki tarikat yapılarından birinin önde gelenlerindendir. Aynı zamanda kültürlü ve elit bir çevrenin içindedir. Kitap okur, gerektiğinde ezberden alıntılar yapar. Bu ipuçlarını toplamak, izleyiciyi belirli bir siyasi merkeze manipüle etmektedir. Ali ise Osman’ın çekim alanına girmiş, organik olarak herhangi bir tarikat yapısının içinde olmasa da benzer yapıları sempatik bulduğu, filmde kullanılan duygulanım imajlardan, yakın plan yüz ifadelerinden anlaşılmaktadır. Ali aynı zamanda genç bir üniversite öğrencisidir. Okul durağında gördüğü Gülce’ye âşık olur. Onun ansızın sırra kadem basması üzerine Avrupa’ya gitme hayali baskın gelir. Mevlüt amcanın yanında olması bu hayalini bir süre ertelemesine yol açsa da vazgeçmez.
Sonuç olarak, Bütün Saadetler Mümkündür filmi ve Türk toplumunun içerisinden alınan bir örnek olarak Sakarya şehri, çeşitli sosyolojik okumalara imkân tanımakta, kültür, gelenek, siyaset gibi farklı konular hakkında izleyiciye bilgi vermektedir.
Arteoloji – 2022