Erkan Karakiraz ile “(Ayrıca bkz.)” Üzerine
Levent Karataş
Erkan Karakiraz, şairliğinin yanı sıra farklı sanat dallarını bir araya getirdiği disiplinlerarası bireysel ve kolektif işleriyle de biliniyor. İnternet araçlarıyla ve telefonla birkaç güne yayılan bir süre boyunca, kısa kısa karşılıklı çok az yazışıp bolca konuşarak şairin yayımlanan son şiir kitabı Ayrıca bkz. Erkan Karakiraz’ı odağımıza alıp ağırlıklı olarak şiiri, yanı sıra hayat-sanat ilişkisini, yapıtın hangi şartlar altında ortaya çıktığını, şairin ruh hâlini ve yapıtın özgül ağırlığını araştırdık.
*
SALI
Her zamankinden biraz daha geç kalktığım bir gün. Dışarısı kış kıyamet; karın etkisi olmalı bu geç kalkışlar. Canım kahvaltı yapmak istemiyor. Salonda sehpanın üzerinde, içeriğinde çavdar, pekmez, yulaf ve yaban mersini bulunan dünden kalan, paketi açılmamış kurabiyeler, kapağında Pink Floyd olan eski bir Roll dergisi (nazar boncuklu 41. sayı), şu sıralar yeniden incelediğim Şenol Erdoğan’ın hazırladığı Beat Kuşağı Antolojisi, okuma gözlüğüm ve okumayı yeni bitirdiğim Erkan Karakiraz’ın Ayrıca bkz. Erkan Karakiraz isimli şiir kitabı var. Hmpfhh, aslında kitabın adı, parantez içinde yazılmış. Kapakta da üçüncü ve yedinci sayfalarda da öyle. Oturduğum koltuktan kalkıp sert bir kahve alıyorum ve Karakiraz’ı WhatsApp’tan sesli arıyorum. Niyetim kendisiyle kitap üzerine konuşmak. Meşgul çalıyor: Aradığınız kişi şu anda başka biriyle görüşüyor. Bir türlü vuslata erememenin nişanesi gibi görünür bana bu mesaj (hatta bazı durumlarda sevgiliniz sizi terketmiş de vakit kaybetmeden başkasını bulmuş gibi). Karakiraz, yarım saat sonra beni geri arıyor. Ben o sırada antolojiyi incelemeye devam ediyorum. Ah tabii bir de zihnimde dönen, markette beş buçuk liraya satılan sempervivum bitkilerinden alsam mı acaba? sorusu var. Alo… Erkan?.. Hâller hatırlar soruluyor; neler yapıyorsunlardan, çekmecende neler varlardan, ben aradığım sırada Mehmet Mümtaz Tuzcu’yla konuşuyormuş telefonda, aa öyle mii?’lerden sonra (arkaplanda bir müzik çalıyor, merak ediyorum, ama konuyu dağıtmamak için sormuyorum ne olduğunu), nihayet sıra kitaba geliyor ve ilk sorumu soruyorum:
“Şiiri kimya, biyoloji, fizik ve hayal bilgisi bombardımanı olan Erkan Karakiraz hangi cüretle tersten bir kitap yazdı” diyen oldu mu? Karakiraz, şöyle bir yanıt veriyor ilk soruma:
“İçerikten önce, doğal olarak, ilk dikkat çeken, genelde kitabın tersten akıyor olması ve kapağın ters yönde bulunup ters yönden -alıştığımız yönden farklı diyelim- açılması; böyle bir seçime gitmemde, kullandığın cüret kelimesinin çağrıştırdığı üzere belki senin de ima etmiş olabileceğin gibi, kutsal metinlerle bağ kurup kurmadığım sorusu akıllara geliyor. Bu konuda bana sorulan ennn aşırı yorum içerikli soru, kitabın anal seks hakkında olup olmadığıydı. Ne var ki kitabın bir nesne olarak üstünün aranmasından, GBT’sine bakılmasından sonra okunup bitirildiğinde, bu seçimin, kitabın içeriğinin hem şiirler hem bölümler hem de kitap oylumunda döngülerden oluşmasıyla ilintili olduğu anlaşılıyor. Döngü fikri, şiirler tek tek yazılırken hep vardı. Kitabın tersten basılması fikri de öyle. Ancak kitap bütünlüğünde, şiirlerin birbirine ‘ayrıca bkz.’ notlarıyla atıfta bulunması ve birbirlerini gerektirmesiyle ortaya çıkan döngü düşüncesini benimsemem, daha çok basılma aşamasına gelindiğinde kafamda netleşti. Tereddütlerim vardı orada. Diğer taraftan, benzer bir tepki, kitap henüz okunmazdan evvel şöyle bir karıştırıldığında, bütün şiirlerin büyük harflerle yazılmış, adeta bağıran birer ÂMİN’le bitiyor olmasına da veriliyor. Tekdüzeyi aşan, politik, ekolojik göndermeleri olan, eleştirel, yer yer mizahi ve hafif tertip postmodern, karmaşık bir yapı konusunda ısrarcı davrandım. Galiba. Çünkü temelde illa öyle olsun diye keskin hudutlar çizmemiştim şiirleri tek tek yazar/yaparken. Kontrollü bir kendiliğindenlikle, ipleri biraz gevşeterek, rastlantısallığı çok fazla önemsemeden ama gideceği yere varmasına izin vererek, bilinçaltımın kafesini açıp canavarı kendi üstüme salarak hareket ettim. Senin de dikkat çektiğin gibi, çoğunlukla, pozitif bilimlerden yararlanarak biraz da tezat oluşturma düşüncesiyle geldi şiirler; yazılma aşamasında aklımın bir ucunda hep her şiirde farklı bir personayı konuşturma, bunları, örneğin Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’nda -içerisinde bol bol karakter bulunan başka örnekler de verilebilir her türden yapıttan- yaptığınca, ama farklı bir metotla/buluşla bir araya getirmek vardı. Bu anlamda ortaya çıkan bütünün, birbiriyle uyumsuz unsurların bir araya gelip girift bir yapıda, fakat ahenk içerisinde bulunmasından -suçluluk duyarak- memnunum, diyebilirim. Yazarken/yaparken, bir yandan da bomboş bir arenada yüksek sesle şiirleri okuyor gibiydim; çünkü şiir yazmak boşluğa seslenmek gibi. Bu duygu bir yazma/yapma rahatlığı da sağlıyor. Komet’in söylediğine benzer biçimde, belki de, bütün geçmiş ve gelecek dünya kültür mirasının sıkılmış suyu, elimin altındaydı; bununla birlikte şiirlerin muhatabının nereden çıkıp geleceğini bilemiyordum. Henüz hiç kulu olmayan, yalnız bir kurgu-tanrı gibi. Tabii böylesine bir his, alkolün meyveyi koruduğu gibi koruyor o taşkınlığa varan yaratma hevesini. En en başta, o şiiri yazmak/yapmak önemli benim için. Her türlü yazılacak o. Yazmasam çıldırmam, ölmem; yazmışsam ve muhatap bulamamışsam da öyle. Okunmak önem sırasında çok altlarda. Önemsiz demem belki, ama zaman zaman okunmasa da olur sınırında bir yerde. Okunmadı mı? Okundu.”
Karakiraz, karanlık sulara dalıp ortalığa kasvet çökünce konuyu değiştireyim istiyorum ve kurabiyemden bir ısırık alıp biraz daha teknik bir soru, ikinci sorumu, yöneltiyorum şaire:
Düzşiir neden yazıyorsun, betimlemesini parçalayarak hikâyenin?
“Şiir, ancak ‘şiir’ olarak nitelendirebileceğimiz bir yapıdaysa, bu şekilde anılır ve şiiri şiir yapan unsurlar, biricikliği nedeniyle her bir şiirde farklıdır.” diye başlıyor anlatmaya Karakiraz ve devam ediyor: “Demek oluyor ki düz yazmışsın, ters yazmışsın, aşağıdan yukarıya, sağdan sola… önemli değil. Ayrıca bkz. Erkan Karakiraz’da bir araya getirdiğim şiirler, ilk iki kitabımdakilerden farklı içerikte ve görece daha uzun olduklarından düzyazının ovalarına, vadilerine ihtiyaç duydular belki de. Elim/aklım düzşiire gitti o noktada. Kitapta her şiir özelinde farklı bir derdi meramı olan şiir özneleri, ruhlar, sesler var; hepsinin kendi hikâyeleri var, hatta bazılarının birden çok hikâyesi. Şiir bağlamında, yine de sözü kısarak/kırparak, ama şiirin dile getirmeye giriştiğini bloke etmeden kurdum her birini. Zaman içerisinde, yarı bilinçli yarı bilinçsiz, konuyu dağıtıp toparlayan, toparlayıp dağıtan, bozup yapan, sonra tekrar yapıp bozan, bozu-yapım dediğim bir toplam sunan bir tekniğe/üsluba sahip oldum galiba. Kitaba aldıklarım da bu teknikle yazdıklarım/yaptıklarım hep. Geri çekilip uzaktan bakmayı, her bir şiiri sonuna kadar dikkatle okumayı gerektiriyor. Bütün gerçekliği, bütün ayrıntıları açık ettiğim izlenimi uyandırıyor; oysa yalnızca belirtileri, ipuçlarını veriyorum. Farklı olasılıklara alan açmak, boşluklar yaratmak için biraz da.”
Karakiraz sorduğum soruya yanıt verirken bir yandan onu dinleyip bir yandan da boğazıma kurabiye kaçtığı için su içmek üzere mutfağa yöneliyorum, suyumu içiyorum, arada dinlediğimi gösteren sesler çıkarıyorum, fakat hayli zorlanıyorum bunları yaparken; çünkü kupkuru kurabiye adeta boğazımı yırtıyor. Güçlükle nefes alıp biraz daha su içiyorum, teşekkür edip, gününün güzel geçmesini dileyip, yarın tekrar arayacağımı söyleyip WhatsApp sesli aramamı sonlandırıyorum.
*
ÇARŞAMBA
Bugün daha erken uyanıyorum. Memlekette her konuda bir soğukluk hâkim. Her anlamda. Dışarısı da soğuk yine. Böyle havalarda hem içim hem bacaklarım sızlıyor. Sabah erkenden kitaplıkta en az yirmi dakika Sevim Burak’ın Palyaço Ruşen’ini -Nisan Yayınları basımı- arıyorum. Birine mi verdim acaba yoksa hiç mi girmedi kitaplığıma bu kitap? diye tereddüt yaşıyorum. O baskısını bulmak zor olur bu saatten sonra. Kahvaltımı çoktan ettiğim için e-postalarımı kontrol ederken yalnızca çay içiyorum. Sehpanın üzerinde boğaz pastili tabletleri, Sezen Aksu’nun Sezen Aksu 88’inin kaset kartoneti, çizgisiz bir defter ve iki tükenmez kalem var. Sehpanın üzeri 80’lerin sonlarından zaman yolculuğu yapıp gelmiş gibi. Bugün saat dörtten sonra Lâle Müldür’e uğrayacağım. Epeydir ertelenen, geciktirdiğim bir sohbet borcum var ona. Benimle Fantom Ağrı üzerine de konuşmak istiyor. Salonda Bach’ın Çello Süitleri çalıyor. Aklımda, Karakiraz’a mekânlarla ilintili üçüncü bir soru sormak var. Sesli arama yapıyorum uygulamadan yine. Telefonu açtığı sırada yüksek sesle çalan dünden farklı bir müziğin sesi geliyor. Daha rahat konuşabilmek için müziğin sesini kısarken bu kez dayanamayıp çalanın ne olduğunu soruyorum. Max Richter’in 2015 tarihli Sleep albümünden Dream 0 (Till Break of Day) – Part 9 parçası olduğunu söylüyor. Richter’i 2002’de Memoryhouse albümüyle keşfettiğinden, 2004’teki The Blue Notebooks ile Richter’in müziğine olan ilgisinin arttığından, Sleep albümüyle ise tam bir takipçisine dönüştüğünden, Sleep’in sekiz buçuk saatlik süresinden, temalarından vs. bahsediyor heyecanla. 2019’da Natalie Johns’un Sleep’in yapım aşamasına, Richter’in yapıt(ları) ve sanat anlayışı üzerine görüşlerine eğildiği Max Richter’s Sleep isimli belgeseli mutlaka izlemem konusunda tavsiyede bulunuyor. Not ediyorum verdiği isimleri. Tam bunlardan bahsetmişken aklımdaki soru yerine şunu soruyorum:
Müzik mi şiir mi hünerli disiplin ya da iş?
Karakiraz, şiiri, çoğu zaman öncelikli düşünebileceğini, ancak farklı disiplinlerde işler üretmeye girişmekten de geri durmayacağını söylüyor. Benim de kendisinde gözlemlediğim tam da bu. “Müziği, video-art’ı, sinemayı, öyküyü, denemeyi, tiyatroyu, performansı, resmi, fotoğrafı da yaşamımın önemli parçaları olarak peşimden sürüklüyorum.” diyor ve “Birbirlerinden etkilenip etkileşime de giriyorlar. Bir ara-yer var, bir ara-bölge. Orada buluşuyorlar zaman zaman. O özgür, disiplinlerarası alanı seviyorum. Ancak tek başlarına, ayrı ayrı kendi sınırları içerisinde de önemliler benim için.” cümleleriyle aklındakileri ortalığa saçıyor. Hemen sabahın erken saatlerinden beri aklımda gezdirdiğim, mekânlarla ilintili üçüncü sorumu soruyorum (Hoca da durur mu? Yapıştırmış soruyu gibisinden):
Kadıköy’ü yer bildirimlerinde kullanıyorsun sosyal medyada. Bucalı değil misin Buca’da değil misin?
Bir kahkaha patlatıyor. Konuşurken belli belirsizce gülmeye devam ederek “Bu soru bana Lynch’in Lost Highway’indeki Gizemli Adam’ı hatırlattı. Aynı anda farklı mekânlarda olabilen adam.” diye açıklıyor ve devam ediyor:
“E hadi şiiri bir mekân olarak, hatta şairlerin habitatı olarak kabul edelim. Temelde, her yerin yabancısıyım ve bundan da memnunum; o yüzden sosyal medyadaki herhangi bir paylaşımda nerede göründüğümün hiçbir ehemmiyeti yok.”
Bu açıklama üzerine, hemen şu soruyu da ekliyorum bir önceki soruma:
Özneni yüklemlerden kurtarınca vatanın mı, şiirin mi ağırlık kazanır?
Karakiraz da şunları söylüyor:
“Bu türden bir varoluş hâli, hem olasılıklar içi hem olasılıklar dışı bir eyvallahsızlığa sebep oluyor. İçinde bulunduğum her uzam için geçerli bu. Şiir uzamında örneğin, her an topuklayacak konumda hissediyorum kendimi. Ait hissettiğim herhangi bir zorunluluk yok. Bir şey zorunluluğa varacak gibiyse ben kaçtım bile demeden topukluyorum. Bu bahsettiğim, aidiyet hissetmekten farklı bir şey ki buna bahsettiğin fiziksel mekânlar da dâhil. Buca ya da Kadıköy. Paris ya da Teksas. Pof! Buharlaşıyorum. İddiam hep şu oldu: kalıcılık vesaire hikâye. Tozum bile kalmayacak. O bedenselliği önemsiyorum. Freud söylemişti, ‘Ben’, her şeyden önce bedenseldir, sadece yüzeyden oluşan bir varlık değil, aynı zamanda bir yüzeyin yansımasıdır diye. Benim için geçmiş ve şimdi önemli; ölene kadarki gelecek de. Sonrası umrumda değil; ama benden sonra tufan! anlamına da gelmiyor dile getirdiğim. Bahsettiğim soyut bir model değil, gerçeğin ta kendisi. Bir ölümsüzlük şatosu arzulamıyorum. Ödüllere, taltif edilmeye, rütbelere, mevkilere, makamlara, unvanlara, kalıcılık sevdasına, ayrıcalıklara, gruplara, derneklere, kulüplere tahammülüm yok. Bunu umutsuzluk ya da kötümserlik olarak görmüyorum. Gerçekçi bir bakış açısı bana kalırsa. Yazmayacak/yapmayacak mıyım? Yazacağım/yapacağım. Bunlar, evet, yan yana yürüyor ve çeşitli uzamlardakilerin fabulasıyla benimki uyum göstermiyor. Borges’in, Yolları Çatallanan Bahçe isimli öyküsünde geçen Zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor. Bunlardan birinde ben sizin düşmanınızım cümlelerinde olduğu gibi.”
Karakiraz cümlesini bitirir bitirmez telefonum çalıyor, refleksle açıveriyorum. WhatsApp araması kesiliyor. Arayan Lâle. Nerede kaldın? diye soruyor, kısaca konuşuyoruz. Erkan mesaj gönderiyor ve “Telefon geldi sanırım. Haberleşiriz.” diyor; ben de onaylama emojisi gönderiyorum. Görüldü atıyor. Giyinip yola düşüyorum.
*
PERŞEMBE
Akşam üzeri, markete uğrayıp fiyatı beş buçuk liradan on iki liraya çıkan sempervivum bitkisinden alıyorum. Erkan Karakiraz’ın üçüncü şiir kitabı Ayrıca bkz. Erkan Karakiraz üzerine düşünüyorum ve daha önce şunları yazmış olduğumu hatırlayarak ferahlıyorum:
‘(Ayrıca bkz. Erkan Karakiraz)’, tüm alışılagelmiş okumaları altüst etmek istiyor. ‘Böylesi bir potansiyeli var mı?’ diye düşünenler olabilir. Yani ters bir kitap, alışkanlıkları kundaklayan antilirik bombardıman, bize kılavuz olabilir mi? Evet, olabilir, okur! Alışkanlıklarını değiştir. Bunu yapamıyorsan, şiirde ve pratikte İkinci Yeni’nin bir tık üzerine çıkabiliyorsan da senin bileceğin iş. Sen, sen ol, okur! Biz bunu istiyoruz. Senin hikâyeni yazıyoruz. Anlatılan senin serüvenin olmayabilir; ama ayaklarını bastığın topraklarda gerçekleşiyor. Kulak ver yeniliğin sesine… Kalbini aç yeniliğin ses renklerine. Erkan Karakiraz’ı ve yenilik namına ne var ise algıla artık. Erkan Karakiraz, hünerlidir, akıllıdır, delidir; hayatı izleyerek yaşar. Ne diyor kitabındaki başlıkta: Ayrıca bkz. Erkan Karakiraz!
*
RÖPORTAJDA ADI GEÇEN KİTAP VE DERGİLER
1) Erkan Karakiraz, “(Ayrıca bkz. Erkan Karakiraz)”, Pikaresk Yayınevi, Haziran 2021.
2) Roll, sayı 41, Nisan 2000.
3) Kolektif, “Beat Kuşağı Antolojisi”, Hazırlayan: Şenol Erdoğan, Sel Yayıncılık ve Altıkırkbeş Yayınları, 2015.
4) Nâzım Hikmet, “Memleketimden İnsan Manzaraları – Şiirler 5”, Adam Yayınları, 1996.
5) Buzdokuz, sayı 1, Eylül-Ekim 2020, “Komet ile Söyleşi”den alıntı, sayfa 86.
6) Sevim Burak, “Palyaço Ruşen”, Nisan Yayınları, Ekim 1993.
7) Levent Karataş, “Fantom Ağrı”, 160. Kilometre/ Gulyabani, Nisan 2021.
8) Sigmund Freud, “Ben ve O”, Telos Yayınevi, Çeviren: Oya Kasap, Kasım 2013, sayfa 50.
9) Jorge-Luis Borges, “Yolları Çatallanan Bahçe” içindeki aynı isimli öyküden alıntı, İletişim Yayınları, Çeviren: Fatih Özgüven, Nisan 1995, sayfa 46.
***