Mekintoşundan Bi Isırık Son Bölüm – Olvido Ayşe Akan

Aksakallı bu gece bu anahtarın açacağı kapıyı bulursa yarın buradaki işimizi halleder, iki üç güne İstanbul’a döneriz. Ah, şeyhin tadı da damağımda kaldı ama. Boynuna astığı anahtarın yokluğunu fark edip ilk bana sorar herhalde. Üstümdeyken bana doğru asılan anahtarı ağzıma alıp, zevkten zincire asılmış gibi yaptım. Koptu, aldım. Biraz ezbere iş yaptık belki de; adam öylesine asmıştı boynuna. Çünkü hiç önemsemedi kopmasını falan. Neyse, yarın göreceğiz bir şey çıkıp çıkmayacağını.

— Ya hu sen amma uzatıyorsun lafları kadın. Anahtarı gördün mü, görmedin mi? Buraları sen temizlemiyor musun? Odama başka birini mi yolladın? Hatunların odaları yatakların altları tek tek kontrol edilsin. Biliyorsun değil mi hangi anahtarı aradığını?
— Biliyorum efendim.
— Çekil, hemen bul onu. Bir de dün buraya getirdiğin kadını getir, ona da soracağım görmüş mü.
— Tamam, ben ona da sorarım efendim.
— Sen laftan anlamaz mısın? Bir söylediğimi bana on kere tekrarlatıyorsun. Buraya gönder dedim, sen sor demedim.
— Emriniz olur efendim.

Avluda sigara içiyordum. Hatun Kahya’yla göz göze geldik. Beni yanına çağırdı. Anahtar mevzusu mu acaba? Belki de herkes temizlik yaparken benim kaytarmama sinirlenmiştir. Kalkıp ona doğru yürüdüm.

— Napıyorsun sen burada?
— Yorganları çırparken biraz belim ağrıdı da öyle oturayım dedim.
— Hiç iş yaptığını görmedik ya, neyse. Yürü, hazretin yanına gidiyoruz yine.
— Allah Allah, hayırdır inşallah?
— Hayır olacak bir şey yok, sen başına bela almamışsındır inşallah.
— Ne belası abla, vallaha ben bişey yapmadım.
— Şeyh görür zaten yapıp yapmadığını.

Önüme düştü, şeyhin yanına gittik. Kokusu koridora kadar gelmiş. Çok güzel kokuyor be. İçeri girdiğimizde şeyh hemen kadını eliyle gönderdi. Yalnız kalır kalmaz saldırdı bana. Divanem olmuş belli. Beni nuruyla bir güzel temizledikten sonra asabi bir tavır takındı.

— Buralarda bi anahtar gördün mü?
— Ne anahtarı?
— Ağzınla boynumdan kopardığın anahtar.

Kıpkırmızı oldum. Fark etmişti demek.

— Kopmuş muydu o ya? Ben ondan sonra ağzıma neler aldım, fark etmemişim hiç.

Şeyh yeniden saldırıya geçmişti. Unutsun diye aklını şaşırtacak oyunlar oynadım ona. Unutmadı yine de.

— Anahtar nerede?
— Bilmiyorum efendim.
— Söyle hatun, deli etme beni.

Yeşil kapının önüne geldiğimde Aksakallı’yı beni beklerken buldum.

— Ne yaptın, açtı mı anahtar bir yerleri.
— Açtı açtı bak.

Elinde tuttuğu seruma uzandım, çekti, almama engel oldu.

— Ne bu?
— Çorbalara kattıkları kimyasal işte, meşklerde de havaya bundan sıkıyorlar büyük ihtimalle.
— Bunu çalıp napacağız? Gaz bulacağız diye tutturduk kendimize iş çıkardık. Yok muydu bir para kasası, altın sandığı falan?
— Kendi tarikatımızı kurup, kendi mankurtlarımızı yaratacağız. İşte o zaman bizim de altın dolu sandıklarımız, araba dolu garajlarımız, para dolu kasalarımız olacak.
— Güzel. O zamana kadar hep böyle donla göt gibi yanyana mı olacağız? Sen şeyh olacaksın, ben de şeyhin karısı mı olacağım? Hiç aklıma yatmadı bu iş. Bunca yolu bu yüzden mi geldim? Neyse, anahtara dikkat et. Boynuna tak, şeyh öyle yapıyordu.
— Benim boynumdan da alsana anahtarı.
— Pis herif.

Gece yarısını geçmişti. Yeşil kapının önündeki karanlık sokakta Aksakallı’yla bekliyorduk. Ne yapıyorum ben? Buraya ne için geldim, elimde ne var? Bir gaz şişesi, sonu başı belli olmayan ihtimaller. Aksakallı dede ise sikinin üstünde fındık kırarcasına rahattı. Sanki ortada hiçbir sorun yokmuş gibi yerdeki taşlarla oynuyor, bir yandan da sigarasını tüttürüyordu.

“Handan,” dedi sonunda gıcık olduğumu anlayarak, “Biliyor musun, bu şişeyi İstanbul’a götürüp sahte bir mucize yaratsak, senin Twitter’daki popülaritenle bu işi çoktan patlatmış olurduk. Erenler de hizmetimizde hem.”

Erenler dediği de köşe başında hamallık işi bekleyen üç-beş amca. Almış getirmiş buraya yüz lira yevmiyeyle.

— Ne yani?
— Gaz sıkıp milletin kafasını mı bulandıracağız? Sonra da sen şeyh, ben de müritler arasında dolaşan çorbacı cadı mı olacağım?
— Bak sen!
— Şeyh sana fazlasını mı verdi? Adam her yerini mıncıklamış, sen hâlâ neyden bahsediyorsun? Bu kadar zayıfsan biz işi bırakıp buradan tüyelim.

Elimdeki şişeyi sinirle yere koydum ve dedeye döndüm.

— Senin bir fikrin var mı? Hadi gazı aldık diyelim, sonra ne olacak? Bir sürü delikten sokup çıkardığın o anahtar, bütün bu bilinmezlik ve aşağılanmalar ne içindi?

Dede bir an sessizleşti. Gözlerini kısarak bana baktı.

— Sen o şişede ne olduğunu gerçekten biliyor musun?
— Ne fark eder ki? Kimyasal bir gaz işte. İnsanları manyak ediyor.
— Bu sadece gaz değil. Bu, bambaşka bir şey. Belki de öte tarafa götürüp getiriyor adamı. Ya da içi cin dolu. Ne bileyim ben, derviş olan sensin. Şeyh bu kadar panik olduysa, demek ki bu işin arkasında büyük bir sır var.

İçimden bir ürperti geçti. Aniden ağırlaşmış bir yükle karşı karşıya kaldım. Aksakallı’nın dalga geçer gibi başlayan sözleri gittikçe daha ciddi bir tona bürünüyordu.

— Yarın sabah erkenden buradan ayrılacağız. Ama önce şu şişenin içini dışını iyice bi çözmemiz lazım. Eğer çözemezsek, çabalarımız ziyan olur. Ben şeyhin gazını İstanbul’da şov yapıp çerez niyetine harcamayı düşünmüyorum.
— Ne yapacağız peki?
— Gazı deneyeceğiz. Ama birimiz üzerinde. Sen ya da ben.

O an aklıma şeyhin odasındaki halim geldi. Yüzündeki o semai görüntü, ardında saklanan kirli sırları düşündüm. Onu tekrar koklayabilecek miydim? Aksakallı’nın kaybedecek bir şeyi yoktu.

— Sen dene. Ben seni izlerim.

Sabaha karşı, terk edilmiş bir kulübenin içinde oturuyorduk. Aksakallı dede, elinde şişenin ucuna bağlanmış plastik bir aparatla gazı yavaşça soluyordu. Gözleri kapalıydı, derin derin nefes alıyordu. Ben kenarda durmuş, nefesimi tutarak onu izliyordum. Önce bir şey olmadı. Ama birkaç dakika içinde dede gözlerini açtı. Yüzü parlıyordu. Dudaklarında garip bir gülümseme vardı.

— Handan. Bu… başka bir şey. Her şey çok açık şimdi. Şeyhin neyi sakladığını biliyorum.
— Neyi?
— Bu gaz sadece transa sokmuyor. Bu, seni başka bir boyuta taşıyor. Şeyh bu gazı sadece müridlerini kontrol etmek için değil, kendi kontrolünü sağlamak için de kullanıyor. Ve bu sır, onu güçlü yapıyor.
— Sır nedir peki?
— Kendi tanrılığın. Ve biz o gücü çaldık.

Bir an için sessizlik oldu. Sonra gülmeye başladı. O kadar yüksek sesle gülüyordu ki kulübe sarsılıyor gibiydi. Ama bu kahkaha, bir insanın kahkahasına benzemiyordu. Daha çok bir eccinniye. Şeyh gibi kokmaya başlamıştı. Ona çekiliyordum. Kendimi tuttum.

— Sen ne yaptın? Ne oluyor sana?

Dede aniden sustu. Gözlerini bana dikti. Gözlerindeki o tanıdık parıltı gitmişti. Yerine bambaşka bir şey gelmişti, karanlık bir şey.

— Artık buralarda değilim. Sen de olmayacaksın.

Ayağa kalkıp kapıya doğru koşmaya başladım. Ama dede bir hamlede beni yakaladı. Şişeyi yere fırlattım ve gaz tüm odaya yayılmaya başladı. Gözlerim karardı. Son hatırladığım, Aksakallı’nın yüzündeki salyalı gülümsemeydi.

Bir hastane odasında, kolumda serumla uyandım. Yanımda Aksakallı dede yoktu. Şeyh yoktu. Sadece bir hemşire, bana “şşşşşttt” yapar gibi bakıyordu.

— Ne oldu?
— Yılan mı soktu ne yaptıysa… Bir köyde zehirlenmişsiniz. Yaşlı bi adam getirmiş sizi, sonra da isim vermeden gitmiş. Ama merak etmeyin, iyileşiyorsunuz.

Gözlerimi kapattım. Keşke geberseydim diye düşündüm. Aksakallı’ya ne için ettim o kadar hizmeti? Beni bir hastane odasında bırakıp defolup gitmiş. Şeyh beni arzuluyor mudur hâlâ? Ona ne kadar uzağım acaba?

Tüm bunları aklımdan geçirirken telefonuma gelen bir bildirimle irkildim. Şeyhin kokusu doldu odaya.

“Müsaadem olmadan gazla oynamanız hoş değil, Handan Candan. Mekintoşu dişleyen Adem gibi Aksakallı da cennetten kovuldu ama hikâyeyi bu defa değiştiriyorum. Sen onunla birlikte dünyaya gönderilmeyeceksin. İyileştiğin zaman buraya, yanıma getirecekler seni. Cennette benimle kalacaksın.”

Mesajın sonuna da bir gül emojisi kondurmuş. Kendi güllerinden.

En Yeniler

Öldürdüğünüz Şeyler: Kimliklerin Sınırlarında Bir Yolculuk

İnceleyen: Pelin Yavuz Çil Alireza Khatami'nin "Öldürdüğünüz Şeyler" adlı filmi,...

“Başka” Şair Kadınlar Şiir Seçkisi Klaros Yayınları’ndan Okurla Buluştu

Türkiye’de farklı farklı kentlerde yaşayan, yazınımızda özgün ve değişik...

2000’ler Şiirinden Günümüze: Murat Üstübal, Bülent Keçeli ve Ömer Aygün 160. Kilometre’de

160. KİLOMETRE'DE YENİ: ÜCRA'ÇA - ŞİİR ÜZERİNE KONUŞMALAR |...

Sanatın Öfkesi ve Siyasetin Sorumluluğu: Ken Loach ve Édouard Louis’in “Sanat ve Siyaset Konuşmaları” Üzerine Bir İnceleme

İnceleme: Sena Eflatun Tellekt Yayınları tarafından yayımlanan Sanat ve Siyaset...

Deniz Damlıyor ve Kimseye Borcun Yok – Birgül Kılıç

deniz damlıyor ve kimseye borcun yok demeye geliyor onlar üçüncü...

Suçluları Neden Öldürmeliyiz?: “Escape From New York” ve “No Escape”

Suçluları Neden Öldürmeliyiz? Aynanın İki Yüzü: “Escape From New...

Benzer İçerikler

Su Anası – Emine Güler

Durgundu göl. Güneş bahçeye abanmış. Bahçe sarı bir hasta yüzü. Kuru otlar hasta, kuru ağaçlar hasta, kuru toprak hasta. Susuz bir kent. Kendi kendini...

Mekintoşundan Bi Isırık 2. Bölüm – Olvido Ayşe Akan

Kolumda serumla insanları yara yara tuvalete koştum. Midem bulanmıştı üç gündür; hem alttan hem üstten içimdeki tüm zehri tuvalete boşalttım. Yine de geçmedi. Adıyla...

Babannem ve Beyblade – Hasan Ay

Bir insan keşiş değilse neden Everest’e tırmanır hiç anlamadım. Keşişse de bir yere kadar anlarım zaten. Benim canım Everest’e tırmanmak isteseydi, “Bunun bir de...