Ahmet Keskinkılıç’la Ölmedi ve Bir Sürü Şey Üzerine Söyleşi

Söyleşi: Azimet Avcu

1989 Adana doğumlu Keskinkılıç, Jargon fanzinden başlayarak dergilerden, internet yayınlarına, oradan kitaplara uzanan bir şiir yolculuğuna sahip. Aksi İspatlanana Kadar Ayna ve Mafsal İstavrozu Bulunur gibi kitaplarında; “komik” ile “trajik” arasında gidip gelen, dili eğip bükerek yeniden kuran ve en önemlisi şiiri gündelik yaşamın dip akıntılarından çıkaran bir şiirsel refleks sergiliyor. Son kitabı Ölmedi, yalnızca bir dost için değil, aslında birçok şeyin bitmediğini, sadece biçim değiştirdiğini şiirle anımsatıyor.

Onunla hem şiirlerini hem de şiirin dışındaki büyük “kurgu”yu konuştuk. Söyleşi boyunca bir berberde kafa sallayarak dinlemenin de, Adana’dan İzmir’e uzanan mesainin de, bir çocuğun ağlamasının da nasıl “kurgu” olabileceğini göreceksiniz.

Çünkü biliyoruz ki:

Geri kalan her şey kurgudur.

  1. Dil oyunlarını, popüler kültür referanslarını ve sosyal gözlemleri bir arada kullanan çok özgün bir üslubun var. Bu üç katmanı nasıl dengeliyorsun?

    Dilin yaşayan, büyüyen, gelişen, ölen ve tekrar doğup bu döngüyü sürdüren bir şey olduğunu düşündüm hep. Çocukluğumda sokaklarda konuşulan dil ile bugün sokaklarda konuşulan dil aynı dil ama değil de aynı zamanda. Toplum, ihtiyaçlarına göre dili de şekillendiriyor. 90’lardan birisini alıp bugüne getirelim, çok şaşırır. Aslından 90’lardan bugüne gelmiş biri olarak, çok şaşırıyorum sürecin içinde olmama rağmen. Bu bağlamdan bakınca da şiiri kurarken etrafımda olan biten pop-kültür öğelerine ve radikal dil değişimlerine kayıtsız kalmak bana anlamsız geldi hep. Radikal dil değişiminden kastım sosyal medyanın oluşturduğu dil ve bunun topluma yansımaları.
  2. Komik olmanın bir savunma biçimi olduğunu düşünüyor musun? Şiirlerindeki mizah, seni koruyan bir şey mi?

    Eski Ahit’te geçen bir cümle vardır, ilk gördüğümde çok vurmuştu beni: “Kahkahanın orta yerinde keder vardır” diye. Mizahı her zaman böyle görmüşümdür. Güldürürken düşündürmek gibi saçma bir şeyden bahsetmiyorum. Mizah bir maskedir. Burada çok uzun anlatmayacağım ama bir önerim var, Louis CK’in hayatını anlattığı yazıp yönettiği bir dizisi var: Louie isimli. Bu dizinin 2. sezon 9. bölümü, ismi Eddie, izlenirse ne demek istediğim anlaşılır.
    Şiirimdeki mizah ve ironi tam benim kırılganlığımı savunacak dozajda, özenle ayarlanmıştır diyebilirim.
  3. Ölmedi adlı kitabında sevgili biricik Uğur’umuza selam veriyorsun. Onun kitap kapağına olan katkısını biliyorum. Hem kapağı hem de bu bağlamda yas şiirle nasıl bir dile dönüşüyor?

    Mafsal İstavrozu Bulunur’dan birkaç yıl sonra bir şiir toplamı oluşup, dosyanın adı zihnimde belirdiğinde, her zaman olduğu gibi, Uğur’a yazmıştım. “Bir oku, sana zahmet olmazsa bir de kapak yap gazımızı alalım” diyerek. Bir süre sonra Ölmedi’nin kapağını bana attığında nutkum tutulmuştu resmen. Açıkçası o kadar da heyecanlı olmadığım dosya için birden yanıp tutuşur olmuştum. Öyle büyük bir zihindi ki bir kitap boyunca, başta dediğin gibi dil oyunları, sosyal gözlemler, türlü maraz, agresyon içinden anlatmaya çalıştığım şeyi bir kapak jpeg’le, 8 bit bir çalışmayla çat diye koymuştu önüme. Tabii bunda, beni yıllardır gölgem gibi tanımasının da etkisi büyüktür. İlk yayıncımdı zaten biliyorsun. Ne diyim, özlemi hiç bitmeyecek. Bitmiyor.
    Yasın şiirle ilintisi de çok büyük ama çok da riskli geliyor bana. Örneği de şöyle vereyim; sen seversin mesela benim Üzgünüm Anneanne diye eski bir şiirim vardı. O da bir kaybın arkasından yazılmıştı ama bugün okuyunca tüylerimi ürpertip, cringe show. Birinin arkasından şiir yazmak çok zor. Çünkü hissettiğin acıdan daha büyük kelime yok. İyi örneği var mı, elbette var. İlk aklıma gelen Uyar’ın Hadi İzmir’e’si mesela. Ki o bile yer yer… neyse. Bence yas en iyi kimseye okutulmayacak bir günlükle anlatılır.
  4. Şiirlerinde gündelik hayatın nesneleri (Migros, Letgo, Adidas, şarjlı matkap, plastik poşet, Nurofen vs.) oldukça merkezi. Bu detayları şiire taşıma tercih nasıl gelişti?

    İlk soruda biraz bu refleksimin oluşum safhalarına değinmiştim. Esasen çok yabancılaşıyorum sıklıkla. Verdiğin örneklerdeki markalar değil mesele de, Migros’ta çalışan kadının söylediği bir şey, Letgo’daki adamın teklifi, şarjlı matkabın utanmadan duvardan dönmesi… Eşyanın ve insanın tabiatı kısaca. Beni çok şaşırtıyor. Cüretin derecesi beni çok şaşırtıyor daha doğrusu. Ben 35 yaşındayım, mahallede bir teyze beni görüp “Sen kimin oğlusun?” diyor mesela. Bu onun için o kadar gündelik ve basit bir soru ki. Beni çok düşündürüyor ama. Sıcaktan çok bunalmış bir başkası “Burası artık yaşanılacak gibi değil” diyor duryere. Tamam bunun cüretle alakası yok ama, böyle basit cümleler, böyle basit insanlardan duyunca beni inanılmaz etkiliyor. Bu cümleleri zamanla çok sık duymaya ve kaydetmeye başladım ister istemez. Etkileyici çünkü. Geçen gün durakta beklerken sela okundu, yaşlı bir amca “Herkes ölüyor bu ara” dedi mesela. Günümü yaptı. Velhasıl bu kısacık cümleler ve nesneler, gerçek ve kurgu ile olan absürd savaşımda zamanla çok daha gerçek gelmeye başladı. Şiirde de bunların olması gerektiğini düşündüm. Öbür türlü yavan ve kurgu kalacaktı.
  5. Bandit, Mendil, Ova’dan bahsetmek ister misin? Kediler hayatına girdikten sonra ne değişti?
    Sen henüz tanışmadın ama bu üçlüye bir de Şaman eklendi. Kör kedi. 2 kediden fazlası deliliktir bu arada. Bandit ve Mendil bizimle yaşamaya başlayalı 5 sene olmuş. Google fotoğraflar hatırlatınca “5 sene önce” diye, öyle fark ettim. Ova da 4 sene. Vallahi neler değişti dersen Azi, yaşamıyormuşuz be öncesinde. Yani epistemolojik olarak bakıyorum, beni çok mu seviyorlar, umurlarında değil miyim, hiç anlayamıyorum. Bu tam olarak istediğim şey. Bazen çok üzgün oluyorum, Bandit anlıyor. Nasıl anlıyor diye düşünürken üzüntümü unutuyorum. Mivmiv koşarak geliveriyor, üzerime çıkıp gürlemeye başlıyor üzüntümü geçirmek için, şifa olsun diye. Çok başka hayvanlar kediler. Bana çok benziyorlar. Bir tanesi tekil olarak değil ama her birinin bir özelliği ben de fazlasıyla var. Bu beni büyülüyor. Allah hepsine uzun ömür versin, ne diyim.
  6. “Ben frene son anda basmakla ünlü olmaya çalışıyorum” diyorsun. Bu, günümüz bireyinin başarı tanımına ironik bir yaklaşım gibi. Şiir yazarken “yanlış zamanda doğru şeyi söylemek” gibi bir takıntın var mı?

    Takıntı diyemeyiz ama doğru zamanda yanlış şeyi söylemekten evladır. Başarı dediğin şey zamanla değişiyor, başarının tanımı da değişiyor. Bir öykü düşündüm geçenlerde; nişanlısının çok istediği airfryer’ı almak için uykusuz mesai yapan bir kurye kaza yapıyor, ayağı kırılıyor, aylarca alçıda kalıyor ayağı, her şey ayarlandığı için düğünü bile ayağında alçı varken yapılıyor, hatalı çarptığı için de bir ton masraf çıkıyor vs. Sonra evleniyorlar işte, evde otururken eşi diyor ki: “Aşkım biliyor musun airfryer’ler aslında çok zararlıymış insan sağlığı için.” Bu da öyle mutfaktaki airfryera bakarken öykü bitiyor. Velhasıl yanlış zamanda doğru söylemeyi çok severim ama bunu takıntı yapacak kadar delirmedim.
  7. Şiirlerinde “ölmek”, “ölmemek”, “ölü gibi yaşamak” gibi tekrar eden temalar var ama hiçbiri karanlık değil. Bu yaşama hâlini neyle tanımlarsın?

    Bu yaşama halini ölmemiş olmakla tanımlayabilirim. Ben tıbbın bir mucizesiyim. Ölüme, ölüm olgusuna, hayatta kalmış olmaya bu takıntım elbette yaşantımla ilintili. Ben 20 yaşındayken rastgele bir muayene için girdiğim doktor, “3-4 ay ya yaşar ya yaşamazsın” deyivermişti bir anda. Aort damarım genişlemiş, patlamak üzereymiş. Ve ben bunu tesadüfen öğrendim. Şimdi düşününce çok tuhaf zamanlardı. Zaten bu hasar ancak tesadüfen öğrenilirmiş. Bir belirti göstermezmiş. Ben kardiyoloji sırası boş diye girmiştim. Tabii bu süreç ister istemez bütün hayatımı, o hayata olan bakış açımı, yaşamımı… her şeyi değiştirdi. Bu şiire de yansıdı. Öykü yazsaydım o dönem öyküme de yansırdı. Çünkü gerçekten çok büyük hadiseydi.
    O andan sonra “ifşacı” bir şiire yöneldim ister istemez. Self-ifşa da diyebiliriz. Biraz da yakarış gibiydi o ilk dönem şiirleri. Sanatsal kaygılardan ziyade “ben neler yaşadım bakın” şiirleri gibiydi. Bunun dışında da ölümle hep saygı-nefret düzleminde bir ilişkilenmem oldu. Çünkü şu ana kadar hep başkaları öldü ben ölmedim, sevdiklerim öldü ben ölmedim. Hepimiz sıradayız burada. (Bunu da kulak kabarttığım biri söylemişti İzban beklerken.)
  8. Bu kitapta biçimsel açıdan da çok güzel düşünülmüş bir “Antitez” şiirin yer alıyor. Bir kitabın veya bir tez çalışmasının İçindekiler kısmı formunda olan bu şiirde neyi amaçladın? Biçimsel düzen şiirde neyi daha etkili kıldı?

    O halde bu soru özelinde bir şiirin ben de nasıl oluştuğunu, açık yüreklilikle anlatayım mı? Anlatayım. Aydın’ın Yenipazar isimli şirin ilçesinde, o zamanki sevgilim şimdiki eşimle bir çay bahçesinde, müthiş bir doğanın ortasında çay içiyoruz. Sevgilimin ailesi mütedeyyin bir aile, ben değilim. Sevgilim ailesine benimle evleneceğini deklare etmiş ve sevgilimin abisi 90’larda olduğu gibi sağa solmak yerine adımı Twitter isimli sitede aratıp, özenle ve sevgiyle oluşturduğum profilime ulaşmış. Tabii ki bir sürü ofansif şaka görmüş ve ailelerine uygun olmadığına karar vermiş. O muhteşem oksijen festivalinin ortasında çaylarımızı yudumlarken aradı sevgilimi. Hararetli bir tartışmaya girdiler. Ben elbette karşı tarafı duymuyorum, ancak sevgilim bir yerde telefon ahizesine “O öyle birisi değil, kara mizah seviyor sadece” dedi. İşte Antitez’in ilk tohumları tam olarak o anda atıldı. Daha doğrusu bir dize. Biçim, bilirsin çok sonra gelir. Karşı bir şeyi savunmaktan yola çıktım, sonra da savunmadığımı, sadece karşıda olduğumu düşündüm. Bir antitez olarak düşündüm kendimi ve bu biçimin çok oturacağını düşünürek kurguladım. Yeni de bir şey olacaktı, yeni bir şeyler yapmak hoşuma gider, çok sık da gelmez. İyi orta gol getirdi diyebiliriz.
  9. Bernhard okumak bir şeyleri değiştirir bu arada…

    Kemal Tahir okumak daha çok değiştirir.
  10. Şiirlerinde dilin anlam yükünü bilinçli olarak esnettiğin, sözcükleri kırarak, yeniden biçimlendirerek veya yerleşik bağlamlarından kopararak kullandığın anlar dikkat çekiyor. Bu tür müdahaleleri düşüncenin şiirdeki yankısı mı, yoksa şiirin kendi ritmi içinde ortaya çıkan içsel bir zorunluluk olarak mı görüyorsun?

    Aslında ikisi de. Şiiri içimde oluştuğu haliyle klavye ya da yerine göre kalem vasıtasıyla yazıya dökerim. Eskiden bu dökme işleminden sonra oynama yapmazdım, bu ham halin şiirin kendisi olduğunu düşünürdüm. Ancak geldiğim süreçte artık tekrar okuma ve düzenleme yapıyorum. Bunun da farklı bir şiir olduğunu düşünüyorum bu arada. İlk ham hal başka, bir iş üzerinde çalıştığım ise başka bir iş. Hatta bunu da “Eski-Yeni” diye bir şiirimde göstermiştim, önceki kitapta. Dili, başta da söylediğim gibi yaşayan bir şey olarak görüyor, dökümü üzerinde oynayarak onu şekillendirdiğimi hissediyorum ve bu açıkça çok hoşuma gidiyor. Bir kelimeyi olmayacak bir yerden bölüp hemen peşine “ali ata bak” basit dize sürmek bana müthiş bir haz veriyor. Söz bozumu, cümle bozumu, dilin imkanlarını zorlamak… Dille bunun için oynamıyorsak ne için oynuyoruz? Dolayısıyla içsel bir zorunluluk olarak görüyorum. Özetle, şiirde bir imkan görürsem, kullanırım.
  11. Görünen o ki senin şiirinde anlatıcı, mutlak anlamlar peşinde koşmaktan ziyade “deneyimlenmiş kırılmaların” bir yankısı gibi konuşuyor. Bu şiir anlayışında anlatıdan çok yankının kendisini öne çıkaran bir tercih var. Peki, şiir senin için bir anlam üretme çabası mı, yoksa anlamın kaybına tanıklık etme biçimi mi?

    Yine ikisi de diyeceğim. Yukarıda bir yerde şiirimin “self-ifşa” tanımına uyduğunu söylemiştim. Bu, dediğin “deneyimlenmiş kırılma” tanımına da uyuyor olabilir. Şiirim bir şeyi anlamlandırmak peşinde koşmaktan ziyade “orada bir şey var” diyor bence. Sonra da onu, yani oradakini tanımlamaya koyuluyor; “şu zamandır orada, şunları yaşadı, şu badireleri atlattı, şimdi şu halde” gibi konuşan bir anlatıcı var. Bu elbette böyle tercih ettiğim için var. Her ne kadar anlatıcı orada gösteren olsa da, işte o ironiyle örtük anlatıcının ince örtüsünün altında da bizatihi ben varım ve anlatıcıdan o kadar da münezzeh değilim. Anlatıcı anlamı hâlâ bir ucundan tutmuş olsa da ara ara sahneye çıkıp böğüren ben, anlamı ve dahi gerçeği kaybettiğimi düşünüyorum. Buna hem tanıklık ediyorum hem de hâlen aramaya devam ediyorum.
  12. “192.852 saattir bildiğim şeyleri / ilk kez duymuş olduğumu varsayarak anlatıyor” diyorsun. Bu şiirsel durumda, hafıza ile tekrar arasındaki ilişkiyi nasıl kuruyorsun? Şiir senin için yeni bir şey söylemek mi, yoksa zaten bildiğimiz şeyleri başka türlü işitmenin bir yolu mu?

    Şiir benim için bir şeyler söylemek. Bunun yeni olması için çabalamama gerek yok çünkü bunları ben, ben olarak ilk kez söylüyorum ve bu tabiatıyla, hâlihazırda yeni bir şey. Biçim başka bir konu, bireysel beğeni başka bir konu, sanatsal tatmin başka bir konu. Ama temelde şiirin ne’liği için konuşuyorsak benim nazarımda söylemek, dile getirmek, kağıda dökmek vs. yeterli. Hafıza dediğin şey ise yazmak için bir araçtan fazlası değil. Klavye ne ise hafıza da odur. Mühim olan ortaya çıkan şiirin niteliğidir. Şiir yeni bir şey söylemek için de yazılmaz, dediğim gibi bir şey söylemek için yazılır. Söyleyecek bir şeyin vardır ve söylersin. Söylediğin şey iyi söyleme biçimin kötüdür, söylediğin şey kötü söyleme biçimin iyidir; bunların hepsi teknik detaylardır. Yani o meşhur ilk tanımın, daha da sadeleştirilmiş haline şiir derim ben: şiir söz söyleme sanatıdır. Güzel olmasına da gerek yok. Ben iyiymiş derim, sen kötüymüş dersin, temelde bir şeyler alırız o şiirden. Ancak ne yaparsak yapalım, o artık oradadır. İyi ya da kötü. Nihai tanımım, şiir bir dahil olma biçimidir.
  13. Son dönemde özellikle şiir kitabından sonra düzyazıya yöneldiğini biliyorum. Şiire bu noktada ara mı verdin yoksa farklı türde metinler de üretme çaban mı var?

    Öykü türüne yöneldiğim doğru ama şiir ara verilebilir ya da terk edilebilir bir tür değil. Sesler kendini bırakıyor bir süre. Bir süre sana hiçbir şey uğramıyor. Sonra hiç beklemediğin bir anda şiir yine orada, duruyor öyle. Yazmanı bekliyor. Uzun süredir şiir yazmadığım doğru ama. İyi bir öykü üzerine çalışıyorum 4-5 aydır. Çok da sevdiğim bir türde. Fantastik-korku. Bambaşka parametreleri varmış. Şimdilik çok ham. Bakacağız diyelim. Bu söyleşide Hasan Ay’dan hiç bahsetmedim. Kendisinden bahsetmeyince çok kırılıyor. O yüzden Hasan Ay demek istiyorum. Sevgiler.

En Yeniler

İnce Gezmelik – Osman Erkan

dönerken dünya mavi bir ses çıkarır, o sesi şairden başkası...

Bir Şairin İzleri: Nilgün Marmara Belgeseli

Yönetmenliğini Tolga Oskar’ın üstlendiği Nilgün belgeseli izleyiciyle buluşmaya hazırlanıyor....

İki Şairin Filmi: Tekerleme (1984)

Leyla Bayrı 1984 yapımı Tekerleme, Merlyn Solakhan’ın Berlin Film ve...

Ozan R. Kartal ile Haydi Etek Giyelim üzerine Söyleşi – Ceren Avşar

Ceren Avşar   “Roald Dahl’ın Charlie’nin Çikolata Fabrikası kitabındaki her yöne...

Arşivlen: yahut – Kadir Çakır

ipliklerin ucundan tanın- efil bir madalyon, göğsün tam ortasından yaşaman gerek...

Renk, Şiir ve İstanbul: Burhan Uygur’un Resim Dünyası

Burhan Uygur, Türkiye resim sanatında 1970–1990 döneminin en kendine...

Benzer İçerikler

Edip Cansever’in Eşi Mefharet Hanımla Söyleşi

“Yeşil ipek gömleğinin yakası Büyük zamana düşer. Her şeyin fazlası zararlıdır ya, Fazla şiirden öldü Edip Cansever” Cemal Süreya Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde modernist yönelimin en özgün temsilcilerinden biri...

“Bu” Üzerine: Nihat Özdal’la Katmanlar Arasında Bir Yolculuk

1. “Bu” bir zamir olmanın ötesine geçip şiirinizde neredeyse canlı bir varlığa dönüşüyor. Sizin için “bu” neyin adı? Bu sözcüğe bu denli yoğunlaşmanızın ardında...

Turgut Uyar’ın Oğlu Hayri Turgut Uyar İle Söyleşi: Şairin Oğlu

Hazırlayan: M.Sena ELİKÜÇÜK   “Annemi ve babamı seven insanlarla karşılaşmak hoşuma gidiyor.”   — Öncelikle birçok insanın merak ettiği o klişe soruyla başlamak istiyorum. Böyle iki önemli ismin...