Söyleşiyi Yapan: Kadir Yıldız, Azimet Avcu
1) Edebiyata ve şiire karşı ilginiz ne zaman ve ne şekilde başladı? Etkilendiğiniz kişiler kimlerdir?
Aileme destek olsun diye her yıl 3-4 ay bostan bekçiliği yapıyordum. Kavun, karpuz alabildiğine bozkırda -öyle yuvarlak yuvarlak- akşamüstü ne güzeldir. Seher vakti ve akşam güneşinde bir başka, masal diyarı gibiydi. İki köpeğim ve bir eşeğim vardı. Orada ister istemez tabiatın bir parçası değil de tabiatın kendisi oluyorsunuz. Gece yıldızlar, toprak, bitkiler, böcekler… Öylesine bir dostluk kuruyorsunuz ki orada bir düşünme, söyleme isteği oluştu.
Sonra benim bir ilkokul öğretmenim vardı; Maide Coşkuner. O benim bu durumumu anladı ve bana kitaplar vermeye başladı. Bana verdiği ilk kitap, Hector Malot’tan Kimsesiz Çocuk’tu. Tabiat sizi besliyor. Benim o bostan bekçiliği yapmam bende öyle büyük ve zengin bir iç dünyası yarattı ki onu Cüneyt Arkın filmlerimde bile kullandım.
Benim öğretmenlerim Atatürk’ün eğitim neferleriydi. Ortaokulda da lisede de bu böyleydi. Mesela Yılmaz Büyükerşen benim ortaokul, lise sınıf arkadaşımdır. Molière’den oyunlar sergilerdik. Duvar gazetesi çıkarır, yazılar yazardık. Ateş gibi tuğla ocaklarında çalışırdık yazın. Öğretmenlerimiz “Yazın oğlum.” derlerdi. Biz de devamlı yazardık. Haftada 2-3 tane kompozisyon götürürdüm öğretmenime.
Sait Faik, Orhan Veli, daha sonraları Kemal Tahir; yabancılardan Dostoyevski, Tolstoy okuyordum ve bunlar beni hep etkileyen isimler olmuşlardır.
Oyunculuk dönemimde günde 12-16 saat çalışıyordum. Yani ben gençliğimi falan yaşayamadım. Ama sette okuyorduk. Bir de bizim setteki yönetmenlerimiz hakikaten arif kişilerdi. Boş kaldığımız zaman, mesela ışığın yeri değiştirildiği sırada her şeyi konuşurduk: Tarih konuşurduk, sosyoloji konuşurduk, psikoloji, heykel, ritim, renk, müzik… Her şeyi konuşurduk.
2) Yediden yetmişe her Türk insanının, yaptıklarınız olsun, özel hayatınız olsun ve duruşunuz olsun örnek aldığı bir kişiliksiniz. Dönemin sansür, siyasi baskı ve bulunduğunuz ortam bakımından bunu nasıl başardınız?
Zordu gerçekten. Çok zor dönemlerden geçtik. O dönemlerde ilk olarak Türk-İslam sentezi vardı. Resmi ideoloji. Ona göre film yapmak zorundaydın, yoksa sansürden geçemiyorduk. Zaten sansür bizim için korkunç bir belaydı.
Mesela bir filmde ben hapishaneden kaçacağım, gardiyan önüme çıkıyor, çarpışıyoruz ve gardiyanın şapkası düşüyor. “Devlet yere düştü.” diye filmi yasakladılar. O zorlukları yaşadık ama yollarını bulduk. O bölümleri kesiyorduk, o sahneleri koymuyorduk filme, onun yerine “gay guy” koyuyorduk.
Sosyal ortamda bunu başarmam çok zordu. Bir doktorun sinema artisti olması kabul edilmiyordu. Ama bunu başarmam için köklü bir temelim vardı: doktorluk eğitimim. Köy çocuğu olmam, bostan bekçiliği -3 ay her sene- yapmam gibi çocukluğumun böyle geniş, zengin bir çevrede geçmesi benim hep oyunuma yansımıştır. Toplum sizi anlıyor.
Bir ara ben ders verdim dizi oyuncularına. Okumuyorlardı. Bir yere bahçeden giriyorduk. Kırk kere sordum: “Bahçede kaç ağaç var?” diye. Kimse bilemedi. Görmüyorlardı bile. Göreceksin, fark edeceksin ve fark ettiğinin üzerinde düşüneceksin.
3) 400’e yakın film çektiniz. Bu filmlerde -senaryo ve karakter bakımından- sizi en çok etkileyen hangi filminiz oldu?
Ben macera filmlerinden Köroğlu’nu çok sevdim. Tam bir Anadolu destanıdır. Anadolu değerleri ve Anadolu insanı beni en çok etkileyen şeylerdendir. Anadolu’yu çok gezdim. Nasıl sevgili bir memlekettir, ülkedir. Nasıl candan, yürektendir.
Ayrıyeten polisiye filmlerin üzerinde çok durdum. Özellikle Komiser Cemil Dönüyor falan… Komiser Cemil’i hâlâ yazanlar var günümüzde. Hâlâ günümüzde geçerliliğini koruyor. O Amerika, dış güçler, içeriden satın aldığı işbirlikçiler falan günümüzde boy gösterirken hiçbiri yakalanmıyor. Cemil’de o yakalanmayan, görünmeyen adamın peşinde… Görecek, yakalayacak… Yakalayamıyor ve hayatını ortaya koyuyor. Ama Cüneyt Arkın filmi hiç böyle umutsuz biter mi? Sonra adamı yakalıyor ama ölüyor.
4) Sinema hayatınız boyunca birçok rol arkadaşınız oldu. Bu kişilerden sizi en çok etkileyen rol arkadaşınız kimdir? Eğer varsa küçük bir anınızı anlatabilir misiniz?
Ben Fikret Hakan’ı öz abim gibi severim. Eşref Kolçak, Kadir Savun, Hüseyin Peyda’yı hep çok sevmişimdir.
Mesela Hüseyin Peyda, akciğer kanseriydi. Ama yine de sete gelip çalışırdı. İzmir’den bir telefon gelmiş. Pislik içinde, han gibi bir yere film çekmeye götürmüşler garibanı. Film bitince de bunu borçlarla ve hasta hâliyle bırakıp gelmişler. O, odanın birinde bitmiş, tükenmiş. Yanına gittim. Beni bir görünce bana bir baktı; o şükran duygusu, minnet duygusu gözlerinden akıyordu. Aldım, geldim onu. Türk sinemasının yükünü onlar çekti.
Kadir Savun’un yanına gittim bir gün -aslında çok neşeli bir insandı- sırtını dünyaya, yüzünü duvara dönmüş yatıyor. Yapmadığım komiklik kalmadı, güldüremedim. Sonra bir gün “Ya doktor, bir film olsak da bir sette olsak ne güzel olurdu.” dedi. Hüseyin Güneş buna bir rol verdi o zaman, onunla o kadar mutlu oldu ki…
Erol Taş… Rejisör buna bir rol verdi. Çok iyi bir şey yaptı yani. Yahu geldi, valizini bile taşıtmıyor insanlara. Sonra ışık yapılırken -biraz ayakta durursunuz, sonra oturursunuz- hayır, o hep ayakta dururdu. Bir televizyoncu geldi. Kız, bütün sorularını sordu ve en sonunda “Bir daha Dünya’ya gelmek isterseniz, ne olarak gelmek istersiniz?” dedi. O da gür sesiyle “Kırkayak!” dedi. (Gülüşmeler)
5) Doktorlukta ya da oyuncuyken sizi etkileyen şeyler muhakkak olmuştur. Unutamadıklarınızdan birkaçını bizimle paylaşır mısınız?
Anadolu’da hekimlik yaptım. Adana tarafında. Bir tek kadına bile çıplak iğne yapamadım. Hep şalvar üstünden… Bir haftada 22 tane çocuk kaybettim kızamıktan. Penisilin yoktu ve yalvarsam da getirtemiyordum. Bir ünite penisilin olsa bir çocuk kurtulurdu.
Gittiğimiz her yere jandarmayla giderdik. Bir keresinde bir köye gittik -katır sırtında gidiyoruz- gece vaktiydi. Sabaha karşı feryatlar… Bir kadındı, orta yaşlı… Öyle de güzel bir kadındı ki uzun saçlar, yeşil gözler böyle… Çocuk ters gelmiş belli. O köy kocakarıları vardır ya hani -kirli elleriyle- kadına giriyorlar çıkıyorlar sürekli odadan. Müdahale etmek istedim hemen. Kadının babası ve kocası hemen çiftelerle -o zaman çifte çok meşhurdu- önümü kestiler, “Öldürürüz seni.” diye. Namahrem o, mahremi göremez hiçbir erkek. Kadın sabaha kadar bağırdı, inledi. Sabah çocuk da öldü, kadın da. Yani böyle doktorluk yaptım.
Yani Türkiye o günleri yaşadı. İyiydi ama yani… İnsan ilişkileri çok iyiydi. Hiçbir yerde yoksul, yaşlı göremezdiniz. Çünkü insanlar bakıyordu. Ben Babacan programını yaptığım ilk zamanlar da öyleydi. Bir mahallede 1-2 yaşlı varsa bütün mahalle onun hizmetini görüyordu, yemeğini veriyordu. Son yıllarda biraz azalmıştı ama… Yani Türk halkı, kendi değerini bilmeyen çok kadim bir halktır. Ama kendi değerini bilmiyor. Onu da bildirecek insanlar yok. Vardı. Hepsi öldürüldü.
6) İlhan Berk’in “Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan bit yazmaz.” sözüne katılıyor musunuz?
Yazmanın mutluluk veya mutsuzlukla alakası olduğunu düşünmüyorum. Gören bir insansan, yaşadığın toprağı seviyorsan, halkını, memleketini seviyorsan orada olup bitenler seni dürter, rahatsız eder. Bu rahatsızlıktan kurtulmak için yazarsın.
7) Zamanın yazarları ile hiç arkadaşlığınız oldu mu? Dergilere hiç şiir gönderdiniz mi?
Devamlı çalışıyor ve o dönemde çıkan Varlık dergisini alıyorduk. Kendi paramızla Erek adında bir dergi çıkardık. Ben hikâyeler ve şiirler yazmaya başladım. Vatan gazetesinde sayfa hazırlardık.
O dönemde Cemal Süreya, Erdal Öz, Muzaffer Buyrukçu, Kemal Özer’le tanıştık. Cemal Süreya benim çok yakın arkadaşımdı. Haftada bir kez kesin buluşurduk. O kadar ince dizeleri vardı ki… Yazarken de çok zeki yazardı. Zaten çok da zeki bir insandı. Bir gram alkol almazdı. Son döneminde almaya başlamış ama. Sonra Bülent Ecevit’in de yazdığı Pazar Postası çıktı. Hem siyasi, hem edebi ve fikri bir dergiydi.
Kendi paramızla Erek adında bir dergi çıkardık. Ben hikâyeler ve şiirler yazmaya başladım.
8) Cüneyt Arkın’ın yeni edebiyatçılara, sinemacılara ve genel olarak gençliğe verecek bir öğüdü var mı?
Sanat olsun olmasın, bir güzellik taşıyan her şey; millî birlik, kimliği birleştirici olsun. Sinema da o birleştiriciliği yaptı bizim zamanımızda. Yani o karakter oyuncularının temsil ettikleri değerler: alçak gönüllülük, paylaşmak, dert ortağı olmak, azla yetinmek ve hatta azı bile paylaşmak… Türk halkı bu değerlerde birleşti.
Oğlum, ahlak kalmadı Türkiye’de. Şiir kalmadı. Toprak kalmadı. Eski isimler; İbrahimler, Yusuflar, Yakuplar kalmadı. Duygusu bitti. En önemlisi; şiiri bitti.
Diyeceğim o ki: okusunlar. Günümüzde bunun eksikliği çok fazla hissediliyor. Ellerinize ne geçerse okuyun. Ben yeni sinemada gördüğüm kadarıyla o kadar film çekiliyor ama Türkçeyi kimse bilmiyor. Türk dili şiir gibidir. Okuyarak bir şeylerin üstesinden gelebiliriz anca.
Parende Dergisi, Sayı:12, Şubat 2016