Erman ve Çarklar – Hasan Ay

Hasan Ay

  Bulunduğumuz andan birkaç iklim önce. Öğleden sonra göt donduracak bir şekilde soğuyan bir sonbahar günüydü. Ellerim ceplerimde, mahallenin futbol kulübüne katılmak için yapılan seçmelere doğru yürüyordum. Aklımda Rüya vardı. Eğer arkadaşları ile ailesi yanılmıyorsa ve büyük bir sürpriz yaşanmazsa Rüya, aşık olduğum kızın adıydı. Rüya hakkında düşler kurarken aynı zamanda yürüyebiliyordum, yetenek. Yürüdükçe yol bitti -bu hep olur- kulübe vardım. Duyan gelmiş olacak ki sahanın tribünü oldukça kalabalıktı. Çoğu mahallenin gecekondularında yaşayan simayen neredeyse hepsini tanıdığım, benimle aynı sınıftan olanlar, fakir çocuklarıydı. Tek tük araya serpiştirilen ve mahallemizde yaşayan, benim tahminim Alman sonradan öğrenemediğime göre de Alman olan çocuklar vardı. Saçları Amerikan tarzı kesilmiş, gözleri mavi, saçları sapsarı çocuklar. O zaman bir hayli inandığım Allah’a beni neden bu şekilde yaratmadığıyla ilgili bir şey soramadım tabii ki çünkü Allah’tan korkuyordum. Dini ögelerden korkum o kadar somut bir hal almıştı ki denize yakın oturduğumuz için gün içinde birkaç kere duyduğum gemi klarksonlarını, Mikail’in dünyanın sonunu getiren üfürüğü zannederdim. Dünyanın sonunun gelmesinden korkuyordum çünkü daha yaşım oldukça azdı ve bu kadar az yaşamışken dünyanın sonunun gelmesi olacak iş değildi. O zamanlar aramızın iyi olduğu ve sonradan açıldığı Allah’a soramadığım ve yakaramadığım sorular ışığında Alman çocuklarının ebeveynlerini incelemeye başladım. Bir şeyi beklerken etraftaki insanlara bakıp onlar hakkında düşünmekten çok da keyif almam, sadece o gün öyle denk gelmişti. Havada güneş olmamasına rağmen güneş gözlüğü takan, uzun boylu heybetli bir Hans ağbi-benim için tüm almanlar Hans’tır- evladına mont giydirmekle uğraşıyordu. Ben it gibi titrerken, amerikan saç traşlı çocuk montu reddediyordu. Havanın güzel olduğuna aldanıp üstüme bir şey almamıştım. Gençtim, kanım deli akıyordu, taşı sıksam suyunu çıkartım gibi geliyordu. Üstümde sadece Rüya ile beraber yeşerteceğimiz hayallerim, isteklerim, arzularım ve beklentilerim vardı. Gerçekler ise hiç öyle değildi, gerçek asla romantik olamaz. Ben çoktan Rüya’yı unutmuş Hans ağbinin beni fark edip montu bana ikram etmesinin hayallerini kurmaya başlamıştım. Ben Hans ailesini incelerken seçmelere katılan diğer çocukların maçları başlayıp, bitmekteydi. Gitgide azalıyorduk. En son gelenlerden biri olduğum için adım listenin sonlarındaydı ve beklemem bayağı uzun sürecekti. Amerikan saç traşlı küçük Hans’ın yanına bir kadın geldi. Ona elindeki suyu uzattı. Muhtemelen annesi olacaktı çünkü  Hans ile yan yana oturdular ve öpüştüler. Gözlerime inanamamıştım. O güne kadar hiç bu kadar yakından bir öpüşmeye şahit olmamıştım. Ayrıca bu bizim mahallenin normlarına son derece tersti. Üstelik mahalle norm kelimesinin anlamını bile bilmiyordu.

  Hans ailesi muhtemelen futbol konusunda beceriksiz olan çocuğunu sosyal yaşama sokmak ve hobi edindirmek için getirmişti. Ben ise o yaşlarda süregelen müthiş bir salaklık içinde daha önce de belirttiğim gibi futbolcu olmak için seçmelerdeydim. Fena top oynamıyordum ama nefesim çabuk kesiliyor, 15 dakikadan fazla koşamıyordum. Yani futbolcu olabilmem imkansıza yakındı. Gözüm Hans ailesinin hemen yanında sırasını bekleyen ortaokul sınıf arkadaşım Kuddusi’ye ilişti. Kuddisi çok kısa boylu kafası-muhtemelen bitlenmesin diye-mütemadiyen kel olan, kendince sarışın bir çocuktu. Sınıf öğretmenimizden sürekli dayak yerdi. Benim de Kuddusi’ye aşinalığım o dayaklarda oluşmuştu. Kuddusi dayak yerken diğer çocuklara nazaran dayağı ağlayarak karşılamıyordu. Mağrur bir dayak yeme yeteneği vardı. Kendisiyle yaklaşık sekiz sene sınıf arkadaşlığı yaptım, sekiz sene zarfında yediği dayağın onda birini yemiş olsaydım eğitime komple küserdim. Okul denen şeyin yolunu unuturdum. Fakat Kuddusi asla okula gelmekten vazgeçmemişti, ısrarlı ve başarısız bir öğrenciydi. Kuddusi okul formasıyla Hans ailesinin yanında adeta bir Mahsun Kırmızıgül filmi – Mahsun bey o dönemde henüz sinemaya atılmamıştı- gibi saniyede yirmi dokuz kez sosyal mesaj vermekteydi. Sınıfsal farklılıkları yüzüme bir tokat gibi vurmaktaydı. İt gibi titreyen ve aç olan ben kendi dertlerimi unutup Kuddusi’ye acımaya başlamıştım. Şükretme mevsiminin henüz geçmemisini fırsat bilerek birkaç saniye halime şükrettim. Daha sonra gözlerim yan yana duran iki ayakkabıya ilişti. Biri son derece şık ve pahalı duran bir futbol ayakkabısı diğerisi ise kenarlarından patlamış ve çorap gözüken siyah bir köseleydi. Ben içinde bulunduğum yaşın kotasını dolduracak kadar hayatı sorgulamaktaydım. Bir tarafta anne ve babasından maksimum ilgi gören küçük Hans diğer tarafta muhtemelen evde ailesinden, okulda ise öğretmeninden sürekli dayak yiyen yaramaz Kuddusi ve salak umutlarımla ben, aynı yarışın içindeydik.

  Tribünün köşesine sığınmış içinde bulunduğum boktan durumu unutup başkalarının hayatlarına acırken oynanmakta olan maç bitti ve sıradaki çocuklar sahaya alındı. Gerçek yine kurgudan evla olmayı başardı, Kuddisi ile Hans’ın rakip takımlara düşmesi beni hala hayatın sürprizlerine dair heyecanlandırır. Okul forması ve köseleyle mücadele eden Kuddisi tam teçhizat futbol ekipmanlarıyla donatılmış Hans’ı sahada madara ediyordu. Hans neredeyse her pozisyonda hakeme itiraz ediyor, itirazları sonuçsuz kalınca saha kenarına gelip anne ve babasına kendi dilinde bir şeyler söylemekten, küfür etmekten de geri durmuyordu. Şımarık piç Hans! O an aklımdan maç sonunda onu kıstırıp dövmek geçti. Mal gibi top oynuyordu zaten, dayağı kesinlikle hak ediyordu. Onu dövmemdeki en büyük engel büyük Hans gözümü korkutmaydı. Dolayısıyla bu fikrimi faaliyete dökemedim.

  Kuddusi’yi okulda aramıza almıyorduk. Zaten kendisi de çok aramıza girmeye hevesli değildi. O gün ilk defa futbolu çok iyi oynadığına tanık oluyordum. Nitekim maçı Kuddusi’nin takımı kazandı. Küçük Hans sinirden ağlayarak sahayı terk etti. Büyük hans ve ailesi onu teselli etmeye çabalıyordu. Ben ya da benimle aynı tedrisattan geçmiş başka çocuklar bu kadar şımarıklık yapsa bir araba sopa yerdi. Besili Hans anasına babasına hala dikleniyordu, inanılır gibi değil. Hans ailesi bütün Almancalarını da alıp nihayet teselliler eşliğinde gözden kayboldu. Kuddusi maçtan çıkarken beni gördü. Oyunundan etkilenmiştim belki iyi bir çocuk olursa, sınıf takımında oynatabilirim diye onu durdurdum. Seçilip seçilmediğini sordum.

– İzlemedin mi oğlum nasıl oynadım? Yarın bir daha varmış ona da gel dediler. Bir liran var mı ya, susadım da.

Şeklinde cevabı verip bir de kaşla göz arası benden para istedi. Açıkçası böyle bir özgüven beklemiyordum, Kuddusi beni şok etmişti. Bu kadar dayağın üstüne kendine olan güveni beni epey etkilemişti. Ayrıca su bir lira değildi, açık bir şekilde üstüyle çikolata falan da alacaktı.

– Yok oğlum ölüyorum açlıktan, hem  de donuyorum amına koyayım.

  Cevabımla onu bertaraf ettim. Buradaki amacım onunla aynı seviyede olduğumu anladığı dilden ona anlatmaktı. Fakirlere böyle yaklaşırsanız sizden para istemezler. Zaten pek üzerinde durmayıp onu bekleyen sanıyorum ki mahalle arkadaşlarının yanına gitti. Demek ki beraber gelmişlerdi. Ulan acıdığım adamın bile yanında birileri vardı. Ben, diğer kovboylarla tren soygunu ganimetinin paylaşılması esnasında  kavga etmiş, sürüden ayrılmış, yalnız bir kovboy edasıyla kulübe gelmiştim. Bir atım bile yok anlıyor musun şeklinde mırıldanırken bir an kendimi kaybedip sesimi yükseltmiş olacağım ki gözümü açtığımda birkaç kişi bana bakıyordu. Hemen kendimi toparladım. Sosyal fobi sahibi herkes gibi, olay yerinde bulunan insanların bana bakması en kötü kabuslardan bile daha kötü bir kabustu. Günün yıldızı Kuddusi bu olaydan yaklaşık 10 yıl sonra pompalı tüfekle vuruldu ama ölmedi.

  Nihayet hikayemizin kahramanı Erman bir üstünü henüz değiştirmiş süpermen edasıyla koşarak kulübe geldi. Üstünde siyah bir tişört altında ise mavi kot pantolon vardı. O an üstünü değiştirmediğini anladım. Çünkü üstünü değiştiren biri böyle bir kombini tercih etmezdi. Bu kesinlikle değişmemiş, değişilmesi dahi düşünülmemiş bir giyim tercihiydi. Görevli Erman’a seçmelere alımın bittiğini söyledi fakat O kendi dilinde ısrar ediyordu. Henüz Ermanların dilinin bir dönem yasaklı olduğunu bilmiyordum ama mahallemizin “Kürt gibi” yaklaşımından onun Kürt olduğunu anlamıştım. Erman, ap az türkçesiyle derdini nasıl anlattı hatırlayamıyorum ancak yirmi yedinci ısrardan sonra seçmelere girmeyi başardı.

  Sıra yavaştan bizim gruba geliyordu. Tribündeki kalabalık azalmıştı. Neredeyse bütün Hanslar evlerine dağılmış, fakir fukaralar olarak sıramızı beklemekteydik. Orada bulunan herkesin hayali ve amacı ortaktı. Allah’ın unuttuğu şu mahalle kulübünden beklentimiz aşırı fazlaydı. Henüz dünyanın gerçeklerini algılayamayacak kadar küçüktük. Erman yanıma oturdu. Ben soğuktan kolbastı oynayacak seviyedeyken o tişörtle duruyordu fakat üşümüyordu. Erman oldukça uzun boylu, ince, kaslı ve aşırı derecede esmer bir çocuktu. Futbol ayakkabıları da yoktu. Tıpkı benim gibi. Erman duruşu ve boynu büküklüğüyle resmen yalnızlığımı emiyordu. Erman’ın yanına yaklaştım. Selam verdim bana baktı ve sadece kafasıyla selam verip maçı izlemeye devam etti. Hafif bozulmuştum. Proletaryanın kendi arasında bu tarz anlaşmazlıklara neden düştüğünü hala kavramış değilim… O sırada diğer maç bitti artık sıra bize gelmişti. Erman ile birlikte kalkıp sahaya girmeye hazırlandık. Görevli futbol ayakkabılarımızın nerede olduğunu sordu. Ben cevap vermeyip Erman’a baktım. O an Erman’ı avukatım olarak atamıştım. Erman ayakkabılarını gösterdi. Görevli sonra bana döndü. “Senin de mi yok?” diye sordu. Cevabımı beklemeden el işaretiyle ‘’geçin’’ dedi. İçinde bulunduğum hali dışarıya o kadar güzel yansıtıyordum ki insanlar beni yormadan cevaplarını üstümde arayıp buluyorlardı. Nihayet sahaya çıktık. Isınmaya başladım. Biraz sonra kulübün antrenörü bizi sahanın ortasında topladı. Altışarlıktan iki takım oluşturdu. Erman ile aynı takıma düşmüştük. O da bizim ayakkabılarımızı fark edip futbol ayakkabılarımızın nerede olduğunu sordu. Ben yine Erman’a baktım. Erman yine aynı cevabı verdi. Bilen bilmeyen ayıplıyordu bizi. Maç başlar başlamaz Erman’ın heybetini anlamıştım. Adam gerçekten sahada konuşuyordu ama o günlerde onu bile Kürtçe konuşamıyordu. Tam bir görev adamıydı. O gün Erman’ın sayesinde üç gol attım ve Erman ile ikimiz as takıma seçildik. Kulübün teknik sorumlusu bizi direkt takım antrenmanına davet etti, sevinçten napacağımı bilmiyordum, hiçbir şey yapmamayı tercih ettim. Çünkü bilmiyordum. Ayakta duracak halim yoktu. Hem aç hem üşümekteydim. Erman ile sahadan çıktık. Ben ona görüşürüz dedim o yine kendine yakışanı yaptı, kafasıyla selam verdi ve gitti. Eve döndüm, aşırı mutluydum. Hemen yemek yedim. Şükür ki evde yemek yiyebiliyordum, o kadar da değildi. O günün akşamı futbolcu olma hayallerini kurarak ve tabii ki Rüya ile evlenmenin planlarını yaparak uykuya dalmaya çalışıyordum. Uyuyana kadar Galatasaray’a transfer oldum, ligde iki kez gol krallığı yaşadım. Rüya ile evlendim. Onu bir mankenle aldattım. Boşandık, beni affetmedi. Uykuya daldım…

  Günler ilerliyordu. Takım ile antrenmanlara başlamıştık. Aynı zamanda okula da devam ediyordum. Eğitim ve öğretim tarihimin ilk zayıf notunu matematikten alarak serseriliğe ilk adımımı atmış oldum. Futbolcu olacağıma o kadar çok inanıyordum ki okul benim için sekizinci plandaydı. Okula devam etmemin tek nedeni her sabah Rüya’yı görme ihtimaliydi. Gerçi Rüya olmasa bile gidecektim, mecburdum. Okula gitmemi gereksiz bir dramaya döküyordum, severdim aşkı, sevdayı abartmayı. Ne yani Rüya olmasa ortaokul ikiden terk mi olacaktım? Rüya ile konuşurken birkaç gün sonra doğum günü olduğunu öğrendim. Parayla bir hediye alacak durumum yoktu. Sanırım varlığım da ona bir hediye değildi. Kendisinin ne sevdiğin de doğru dürüst bilmiyordum çünkü o yaşlardaki hiçbir insan ne sevip ne sevmediğini doğru dürüst bilmez, Rüya da muhtemelen bilmiyordu. Belki bu hediye vesilesiyle ona resmi olarak aşkımı ilan edebilirdim. Dualarım kabul olmuş olacaktı ki bir gün antremandan dönerken mahallede, üzerinde kırmızı ufak taşlar olan mavi bir buldum. Bunun bir sosyal test olmadığına ikna olduktan sonra yüzüğü yerden aldım. Doğum gününü beklemeye başladım. Bu sırada antrenmanlarda çok iyi geçmekteydi. Erman ile hocanın gözüne girmiştik. Hazırlık maçları yaklaşıyordu. Hoca benden umutluydu. Ben de kendimden.

  Aradan bir kaç gün geçti ve Rüya’nın doğum günü geldi. Bir önceki gece heyecandan uyuyamamıştım. Yüzüğü vermeden önceki sözlerimi hazırlayıp okula gittim. Servisten indim ve direkt onu gördüm. Evet bu arada okula servisle gidiyordum. Çünkü okul eve bayağı uzaktı. Geleceğin Zinedine Zidane’ı yürüyerek okula yollanamazdı. Ailem bu konuda gayet özverili davranıyordu. Servisten inip Rüya’nın yanına gittim. Selamlaştık. Doğum gününü kutladım. Teşekkür etti.

– Rüya… Şey… Parmakların küçük mü?

Neden böyle bir soruyla başladım bilmiyorum. Muhtemelen izlediğim bir filmin etkisinde kalmıştım ve etkili bir giriş yapma fikri bana akıllıca gelmişti. Rüya soruma anlam veremeyip güldü. Rüya’nın gülüşünü betimleyecek dil henüz oluşmamıştı. O yüzden bu gülüşü hiçbir yerde anlatamıyorum.

– Küçük yani, ne bileyim.

diye cevap verdi. Zaten ne desin elinden geleni yapsa da güç bela orta ikiye gidiyordu. Ellerini tuttum, nasıl yaptığımı hatırlamıyorum ama tuttum. Hakikaten de küçüktü. Yüzüğü parmağına taktım. Önce parmağına sonra kafasını kaldırıp bana baktı. Göz göze geldik  Rüya’nın gözlerinde üç farklı renk, 152 ülke 72 millet vardı.

– Ya bu çok güzel!

Onun kadar güzel değildi. Rüya güzelliğinin farkında olsa patentini alırdı ve ondan sonra biri diğerine iltifat etmeden önce Rüya’ya telif hakkı ödemek zorunda kalırdı. Geçen gece kurduğum hayallerin temellerini yavaş yavaş atmaktaydım. Belki de en kritik eşiği atlamıştım. Futbol oynamak benim için kolaydı, zor olanı başarmıştım. Günler çok güzel geçiyordu. Rüya ile aramız çok iyiydi, bazen kendimi tutamayıp götüne falan bile bakıyordum. O yüzüğü parmağından çıkarmıyordu. Ben de onu aklımdan çıkaramıyordum. Ancak o benim aklıma girerken küçük olup olmadığını sormamıştı. Sorsaydı küçük diyebilirdim.

  Her şeyin çöküşü yağmursuz düz, aşırı sıradan bir pazartesi günü başladı. Antrenmana gitmek için evden çıktım. Sahaya doğru yürüyordum. Yolun üzerindeki kebapçıda Erman’ı gördüm. Dükkandan poşetleri alıp motorun çantasına yüklüyordu. Gidip konuşmak istedim ama cevap vermeyeceğini bildiğim yoluma devam ettim. Moralim çok bozulmuştu. Erman futbolu çok erken bırakmıştı. Antremandan önce hocaya Erman’ı gördüğümü söyledim. O da bana çalışması gerektiği için kulüpten ayrıldığını söyledi. O yıllarda hangi taşı kaldırsak altından en az bir trajedi çıkıyordu. Tam hazırlık maçları öncesi hiç olacak iş değildi bu. Lisans evraklarımı hazırlamıştım ve yakında lisansım çıkarılacaktı. Kendimi Ermansız düşünemiyordum. İlk hazırlık maçında bunu acı bir tecrübeyle anladım. Hazırlık maçı gelip çatmıştı ve ilk 11’de, en sevmediğim mevki olan sol bekte maça başladım. İnanılmaz kötü bir oyun ortaya koyup bir de kendi kaleme gol attım. Devre arasında bir daha girmemek üzere oyundan çıktım. Ermansız bir hiçtim ve gidip ona kulübe dönmesi için yalvarmak istedim. Bunu yapmadım çünkü Erman’ın türkçesi hem zayıftı hem de söylediklerime tepki vermiyordu. Olayı bu kadar ajite etmenin bir anlamı yoktu onun için. Neyse ki Rüya ile aramız çok iyiydi, en azından o gün için öyleydi…

 Ermansızlık günlük hayatımı da etkilemişti. Uzaklara dalıyordum, anlam arıyordum. Ancak miyop olduğum için uzaklarda herhangi bir şey göremiyor, bakmaya çalıştıkça başımı ağrıtıyordum. Rüya öğle tenefüsünde sınıftan içeri girdi yanıma geldi. Yüzü asıktı. Ne olduğunu sordum. Yüzüğü parmağında değildi. Elini cebine atıp yüzüğü çıkardı.

– Parmaklarım artık büyüdü.

Dedi ve yüzüğü avucuma bırakıp sınıftan çıktı. Herkes susup bana bakmaya başlamıştı. O yaştaki çocuklar sırf konuşacak bir şey olması için bile bayılıyorlardı böyle şeylere şahit olmaya. Bir şey yapmak zorundaydım. O an kendimi çizgi filmlerde soğuktan donan ve parçalar halinde yere yığılan kedi Sylvester gibi hissediyordum. Biri dokunduğu an on beş bin parçaya bölünebilirdim, bir şey yapmam lazımdı. Hayallerim tepe taklak olmuştu. Önce Erman’ı sonra Rüya’yı kaybetmiştim. Bir şey yapmam lazımdı, tıpkı babam ve oğlumdaki meşhur sahne gibi yık geç oğlum babanı dedim içimden, babamın ölü olduğunu fark ettim, işler daha da kötüye gidiyordu. İç sesim bana tuzak kurmuştu. Kendimi toparladım ve aşırı kuğul bir hareketle yüzüğü arka sıradan çöpe soktum. Sessizlik daha da derinleşti.

 Tenefüs oldu bahçeye çıktım. Şuursuz bir şekilde dolanıyordum ve Rüya’yı üst sınıflardan bir çocukla bankta otururken gördüm. Sanırım yalnızca parmakları büyümemişti, kızgındım içimden böyle geçirdim, yapacağım bir şey yoktu.

Güzel olan her şey iki günde mahvolmuştu. O günden sonra okula iki gün, kulübe ise bir daha hiç gitmedim. Zaten hırslı bir insan değildim. Ne Rüya’yı geri kazanmak ne de futbolcu olmak için çabaladım. O günden beş yıl sonra Erman’ı yine aynı kebapçıda gördüm selam verdim, beni tanımadı. Ben de salak salak yürümeye devam ettim.

                           SON

En Yeniler

İzmiroğlu Cüneyd Bey’in Tazyik-i Tavernası – Cüneyd Ensari

İzmiroğlu Cüneyd Bey’in Tazyik-i Tavernası sakız tavernası beynimin elenen kısımlarını kalbur...

Küçük, Kırık Ama Hâlâ Güzel: Lilo ve Stitch Üzerine

Sangerim Zhakhina IMDb 7 puan vermiş, ben 10 veriyorum. Geçen hafta...

Sahipsiz Bir Şiir, Yalnız Bir Yazar: Feyyaz Kayacan’ın Şiir Evreni

Yazarın Portresi 1919 yılında İstanbul’da doğan Feyyaz Kayacan (asıl adıyla...

Şiirle Kurulan Kolektif Bir Hafıza: “Unsilenced: Poems for Palestine” Rami Kütüphanesi’nde Tanıtılıyor

Şiirin yalnızca estetik değil, aynı zamanda etik bir müdahale...

Sana Yalan Söylem̶e̶dim – Oğuz Ertürk

bu hüzün sünnetmiş otuz beşimde öğrendim hiçbir şarkı gerekmez bu...

Zamana Meydan Okuyan Bir Keşif: “The Peripheral Space of Photography” Yeniden Yayınlandı

Murat Nemet-Nejat’ın fotoğraf ve şiir sanatlarının kesişimindeki derin düşüncelerini...

Benzer İçerikler

Kedilerin İçtiği Su – Ozan R. Kartal

o kadar düşündüm o kadar düşündüm ki korktum dünyadan çilehanelerde sıkılmıyor mu arzı terk eden adamlar düşündüm deveye binip göğe yükselmenin kıllı bir göğüs mü şartı düşündüm uykuya dalarken bana...

elanor – Mihriban Kurt

yıkılmış çocukluğu duvarlarında evlerin gözlerinde körleşen bebekler plastik kırılmış oyuncaklarına ağlamazmış hiç ölgün adını değiştirmiş karalanmış kadınlarla kuruyan bir ayazma yüzünde kavruk bedeni pahalı serpantinlerle girilen bir taverna zulasından yitirmiş...

Rulo – Osman Erkan

Yolcalık Kanama geçitli Rulo menzili tıkalı Işığını susmaktan Işıklı suyunu dönmekten Caydı Başı dikey yarım ay   10.5. 2025, Saat 09 Adana