Üveys Ülker ile Söyleşi: Deyişbilim üzerine…

Hazırlayan: Ozan R. Kartal

 

 

Deyişbilim ilk kitabınız, yayım süreci nasıl gerçekleşti, bir “ozan” olarak bu yola nasıl girdiniz? Ayrıca bu kitabın bir “yok olma arzusu” üzerine kurulu olduğunu belirtiyorsunuz. Modern Türk şiirinde “silinme” ya da “yok olma” teması size göre nasıl bir poetik tavırdır?

Deyişbilim’i uzun bir sürede yazdım diyebilirim. İlk koşuk ile son koşuk arasında oldukça fazla süre vardı. Bütün yazdıklarım elbette bir süreç doğrultusunda işlenen ürünler olarak karşıma çıktı ve ben de bu doğrultuyu bozmak istemedim. Mavi Gök Yayınları’nın ince daveti üzerine eserimi onlara teslim ettim ve yayıma uygun hâle geldi. Evet Deyişbilim bir “yok olma isteği” üzerine kurgulanan bir yapıt. Gözden uzaklaşan bir buğu gibi, anımsanırken ilk başta anımsanmasının gerekliliği “yok olmak” olan bir eser. Bunun şiire aktarımı belirli bir poetikayı izlemekten çok kendi yöntemimi okura aktarmak için uğraştığım bir oyun alanı aslında. Türk yazınında herhangi bir şiir görüşünü/anlayışını izlemekten çekinerek yazmaya çalışıyorum. Dolayısı ile dokundurmak istediğim sözcükler benim zihnimde dolaşan ve aktarım alanımın genişlediği sözcüklerdi. Betikteki ozanın silinmesi ve yok olması gerekiyordu ancak bunu bağırarak yapmak zorundaydı.

Kitabın önsözünde “şair değil zanaatkâr olmak istedim” diyorsunuz. Şiirde emek, titizlik ve ‘işçilik’ kavramlarını nasıl anlamlandırıyorsunuz?

Bu kavramlar aslında Korkmazgil’den esinlenerek aktardığım kavramlardı. Korkmazgil’in metinleri sürekli olarak ilgimi çekmiştir ve koşuklarında kurmuş olduğu yapıyı inanılmaz beğenmişimdir. Evet içerik olarak da çok güçlü olan bu eserlerin aslında teknik yapıda daha çok etkili olduğunu ayırt ettiğimde “sözün içeriği” için ayırdığım süreden daha çoğunu “sözün doğurulması” için harcadım. Bu da sanatçı işlevinin yanına bir de zanaatkâr titizliği gerektirdi. Çizginin dışına çıkan işleri beğeniyorum ancak çizgi çekmeyi de istiyorum. O yüzden söze biçim vermek benim için değerli bir uğraş. Deyişbilim de bu uğraşların yansımasıdır.

Kitapta sık sık “süvari”, “subay”, “kağan”, “yalvaç” gibi kadim ve savaşçı figürlere yer veriyorsunuz. Modern şehirli okurla bu arketipler arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

Bir birey olarak ben de kentte var olmaya çalışıyorum ancak bu kentlerin oluşum sürecindeki belleğimizi unutmamak için bir özveri harcıyorum. Modern bireyin derdi belki benim söylediklerimden çok ayrıdır ancak temele indiğim zaman bir kılıcı kaldıran nefret ile bir saati denize fırlatan nefretin arasındaki ayrım sözcüklerden öte değildir. Biçim değişti ancak duyduğumuz kin, öfke ya da sevgi aynı adımlarla yürüyor. Bunu kendime unutturmamalıyım.

Sizce modern Türk şiiri hâlâ “militan”, “sivil” ya da “tarihsel” rollerle konuşabilir mi, yoksa şiir artık kendisini yalnızca birey üzerinden mi kuruyor?

Güncel Türk şiiri kendi kimliğini yadsımayı sürdürüyor bence. Neysek o’yduk ve yine o’yuz. Kimliksiz iş yapılamadığı gibi kimliksiz şiir de boşlukların arasında kalan vurgulamalardan öte değil. Bir gün Amerikan yaşamını arzulayan, bir gün Fransız metinleri arasında Türk kimliği ve şiiri yaratmaya şiir özgünlükten uzak, bireyin varlığını anlamlandıramadığı sıkıntıların ürünü. Bu demek değil ki hepimiz aynı içeriği oluşturalım. Ekinimizin varlığı zaten girişte bu tekilliği onaylamayacak biçimde katmanlı bir yapıda kurulu. Ben Türk koşuğunu böyle, yani, elinde kılıçla ya da dağ kokusuyla, toprak istekleriyle dolu koşuyorum. Başka ozanlarımız dost imgeleriyle, sevgi imgeleriyle koşuyor. Hepsi ekinimizin parçası. Ancak bu parçayı sürdürmek istemeyenlere de göz devirmekten başka yapabileceğim bir eylem yok. Koşulsun bakalım.

Şiirinizde sık sık “ulus”, “kavim”, “bleda”, “roma” gibi tarihsel-toplumsal imgelere rastlıyoruz. Şiirin bu tür kolektif hafızayla ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?

Aslında alışkanlıklarımız değiştiği için bizde olmayan yapılarmış gibi geliyor bu imgeler ancak herhangi bir rüya (düş) yorumları ile ilgili bir betik karıştırırsak okurlar söyleyeceklerimde haklı olduğumu düşünebilirler. Benim sözünü ettiğim tüm olaylar, tüm imgelemeler yaşanan ve “yok olan” nenler. Toplumsal belleğimizin yaratmış olduğu bu duyguları ben yalnızca aktardım, elçiydim diyebilirim. Bunu aslında her konuda olduğu gibi politize edebiliriz. Türk ulusunun yıllardan beri çekmekte olduğu sıkıntılar sonucunda öze dönme kaygısı elbette ortaya çıkacaktır. İstibdat dönemi kendisine karşı subaylar yarattığı gibi ozanlarını da yaratmıştır. Güncel istibdatın ozanlık kavgasını da birileri vermeli.

Deyişbilim’de biçim olarak çoğu zaman uzun soluklu, bölümlemeli bir yapı var. Şiirsel anlatınızı bu yapı içerisinde inşa etmenin nedenleri nelerdi?

Deyişbilim izlemek istediğim, çok uzun süredir izlemek istediğim bir izlekti ve bunu ayrı koşuklarla betimlemek bana olanaksız gibi geliyordu. Deyişbilim’deki bazı koşuklar güncel örneklerine kıyasla oldukça uzun ve yukarıda sözünü ettiğimiz gibi modern insan sözcükleri ve örgüleri kullanılmıyor çünkü aktarılacak metnin içeriği buna uygundu. Bugün yaşayan bir ozanın geçmişinde saplanmış kalmış yolculuğunu trenlerle, arabalarla anlatamazdım. Deyişbilim’in yapısını çok isteyerek ve yıkılacağını bilerek kurdum. O nedenle içerik ve biçim birbirinin elini sıkıca tutmalıydı.

Modern şiirde “ses” ile “söz” arasında nasıl bir ayrım kuruyorsunuz? Şiirinizde hangisi daha önce gelir?

Gelenekler işlevsel olduğu sürece sevebileceğim olgular. Güncel Türk şiirini okuduğumda sevdiğim birçok örnek var, gerek düzenleriyle gerek içerikleriyle gerçekten ilgimi çeken bir sürü eser okudum. Buradan sıyrılmak istediğim alan ise sözün doğarken yaşadığı sıkıntıyı en iyi sesle anlatabileceğimizdir. Bu kargaşa. Kimin kimden ne alacağı belli olmayan, buğulaşmış bir dizgi oyunu. Hem ulusa hem de acuna aktarılmak için seçtiğim bir yol bu. Bunun en iyi örneklerini Rilke’de gördüğüm gün vurulmuştum zaten. O’nun sesi bana uygundu, içeriği kendi ulusuna uygundu ancak ikimizin de canını sıkmayı başarmıştı.

Şiirlerin pek çoğu dramatik bir sesle, doğrudan bir hitapla başlıyor. Bu konuşan ses kimdir sizce: bir şair mi, bir tanık mı, yoksa bir yalvaç mı?

Yalvaç. Bunu aslında atalarımıza duyduğum bir kızgınlık olarak yorumlamıştım kendi içimde. Herkesin, her ulusun sözünü aktaran, kutsallaştıran yalvaçları vardı ancak bizde bunu görmek olanaksızdı. Oysa bizler de kutsal nesnelerin peşinde koşan varlıklardık. Bazı işleri ozanlara bırakmışız ancak bu ozanlık belli bir süre kutsallığını yitirip daha bireysel bir olguya dönüşmüş. Ancak koşuğun yalvaçlarca aktarılması (en azından Deyişbilim için) denenmemişti. Deyişbilim’in sözcüsü yalan söyleyen bir yalvaç.

“Koşuk” terimini tercih etmeniz, halk şiiriyle ya da destan geleneğiyle kurduğunuz özel bir bağ mı?

Pek söylenemez. Günlük yaşamımda da takıntılı bir varlığım, sözcükler konusunda da yaş aldıkça takıntı yapmaya başladım. Şiir sözcüğünü de seviyorum ancak koşuk beni daha çok tanımlıyor. Koşuklarıma baktığımızda halk şiiri biçimini yansıtmıyor, yalnızca sözcükler belki daha çok o alanda “koşuyor”. Destanlar ise ilgimi hep çeken, inanılmaz metinler ancak Deyişbilim dışında destansı özellikler taşıyan pek eserim yok diyebilirim.

Modern Türk şiiriyle ilişkinizi nasıl tanımlarsınız? Kendinizi bu şiir tarihinin neresinde, kimlerle aynı soydan görüyorsunuz?

Çok güzel ozanlarımız var, hepsi oldukça yetenekli ve donanımlı. Yazılanları izlemeye çalışıyorum ancak günlerim yetmiyor genelde. Modern Türk şiiri topluluğuyla ilişkim de oldukça sınırlı, adını duyduğum ancak görmediğim, görüşmediğim bir sürü kişi var. Aslında bu topluluk içerisine ne girdiğim ne de çıktığım bir alan. Ben onlar için, onlar da benim için buğu olarak kalacaklar. Kim kime el ederse birbirimizi belki görebiliriz.

Şiirde metinsel parodi ya da ironiden kaçınıyor gibisiniz. Bu, kasıtlı bir mesafe mi? Şiirde ironiye karşı bir zıtlık mi taşıyorsunuz?

Deyişbilim öncesinde yazmış olduğum eserlerde çevremizin daha “güncel” diyebileceği yorumlamalarda da bulunmuştum ancak Deyişbilim bunlardan bilerek, isteyerek ayrı tuttuğum bir eser. Yine yaş aldıkça değişen görüşlerimden bir tanesi de bu. Metinsel parodi için söyledikleriniz geçerli ancak tümce yapılarında kurduğum ironiler de elbette oluyor. Ancak söylediğim gibi benim ozanlık anlayışım biraz da bu. Okura giyeceği gömleği önceden göstermeyi seviyorum, bir anda düğmelerin kaybolmayacağını biliyorlar.

Günümüz şiirinde “şiiri anlamak” ile “şiiri hissetmek” arasında sıkça ikilik kuruluyor. Sizce bir şiiri ne okunur kılar?

Bu soruya biraz daha güncel yaklaşmak istiyorum. Belki çoğumuz gibi ben de ergenlik ve ilk gençlik yıllarımın çoğunu rap müziği dinleyerek geçirdim. Bu müzikte sözü edilen en temel kavramlardan birisi “flow” denilen, yani sanatçının eserini ne kadar akıcı anlatabildiği durumdur. Şiire de aslında bu gözle bakıyorum. Akıcılıktan yoksun şiirler yok oluyor ve bir duyguyu duyurmadan silikleşiyorlar. Sürekli dönüp baktığım şiirlerin ortak noktası bu akıcılığı sağlayabilmiş olanlardır ve genellikle bunlar da ses üzerinden yapılan biçimsel yapılar oluyor.

“Deyiş” kelimesi, geleneğin olduğu kadar bir karşı çıkışın da parçası olabilir mi? Sizin Deyiş, bilim ve deyişbilim tanımınız nedir?

Deyişbilim aslında akademik bir sözcük. Deyiş dediğimiz şey atalarımızın söylediği tüm sözler. Bunlar yazınsal olabilir ya da olmayabilir. Bilim ise bunun belirli yöntemlerle biçime aktarılması. Deyişbilim de benim sözlerimin biçimsel bir ürünü. Evet hem geleneği içinde tutuyor hem de günümüz Türkiye’sinde herkesin unutmaya başladığı sözleri anımsatıyor. Bu aslında Deyişbilim’in özü, bizim olan bir şeyi bize vermek ve bizim olduğunu kanıtlamaya çalışıyorum. Geleneğin, gelenekleşmiş bir yapaylıkla olan kavgası.

 

Yazarken görsel bir sahne kuruyor musunuz? Şiirlerinizde sahneleme ve teatral söyleyiş zaman zaman belirginleşiyor.

Aslında hem evet hem hayır diyebilirim buna. Aktardığım o “büyük” söylemler aslında benim gibi küçük birinin, anımsadığı yaşanmışlıklar. Bunu koşuklaştırdığımda istemeden de olsa bir alan oluşuyor ancak bunlara fazladan bir detaylandırma yapmayı sevmiyorum. Olan ve aktarılan sözler bir yansıma, fazlası da yok eksiği de. Teatral söyleyiş için de aslında yalvaç öznesinin gerektirdiği sorumluluk diyebilirim. Kısık sesle konuşan yalvaçlar inandırıcı yalanlar söyleyemezler.

Kitabın sonunda “betiğin bitti, artık yok olmalısın” diyorsunuz. Bunu açabilir misiniz?

Deyişbilim benim açımdan yazılması ve silinmesi gereken bir yoldu. Kendimi buna ikna etmek için de oldukça uğraştım. Gidersek ne olacağını bildiğimiz o yere giden bir yapı. Bütün sözler söylenecek, bütün kılıçlar çekilecek ve her yaratım sonunda olduğu gibi yok olması gereken bir eser. Deyişbilim’in yalvacı nereye gittiğini bildiğimiz ve kendini buna “zor” ikna eden bir yalancı.

Son olarak, Deyişbilim‘in bir “ilk dosya” olarak edebî dünyada nasıl bir yer edineceğini düşünüyorsunuz? Devamında gelecek şiirler bu yöntemi sürdürecek mi, yoksa bozacak mı?

Deyişbilim’e maddi bir ürün olarak hiç bakamadım. Varlığını, orada durup canımı sıkmasını seviyorum. Türk yazınını sevenlerin ilgisini çekerse bulup inceleyeceklerdir, bence bu özelliği güzel, kısıtlı bir alanın içerisinde. Her an denk gelebilecekleri bir anlam rafında durmayışını da seviyorum. Deyişbilim’in ötesine geçme sürecim aslında devam ediyor, biçim ve içeriğin yine el ele gezdiği, destanlaşmaya çalışan koşuklardan oluşan bir çalışmam var. Günüm yeterse, bir gün yeniden Türk okurunun karşısına çıkabilirim.

Teşekkürler.

 

Deyişbilim’in düzenlemesinde benim kadar özen gösteren ve bu söyleşiyi ince, detaylı sorularla donattığı için sevgili Ozan R. Kartal’a esenlikler diliyorum. Mavi Gök Yayınları’nda bana Deyişbilim’i sunma olanağı veren Yavuz Selim Birtane’ye de esenlikler diliyorum. Tüm dostlara sevgiler.

En Yeniler

Yaşayan Bir Şiir: Poésie vivace de Turquie, 2025

Türkiye şiiri, deyim yerindeyse, kökü derinlere uzanan, mevsim ne...

Açmışsa – Tuğçe Arı

Sabahın ilk ışıklarının ağaç yaprakları arasından yüzümü falan yalamadığı...

Cüneyt Arkın’la Oyunculuktan Edebiyatçılığa Derin Bir Söyleşi

Söyleşiyi Yapan: Kadir Yıldız, Azimet Avcu 1) Edebiyata ve şiire...

2025 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri sahiplerini buldu!

"Varlık dergisi, 1933’ten günümüze özenle sürdürdüğü ‘edebiyatımıza yeni değerler...

Bir Yaz Güncesi – Sinema ile Hayatı Yüzleştirmek

Bir Yaz Güncesi – Sinema ile Hayatı Yüzleştirmek Jean Rouch...

Seyiren Et – Aleyna Tekedereli

  Seyiren Et     Leş kargaları hare çiziyor, çatımda Bekliyorlar didiklemek için Saat sesi...

Benzer İçerikler

Kötü Şiirin İhtisası: Bir Tasnif Denemesi

Bu dosya, şair Münir Yenigül’ün uzun yıllara yayılan bir okuma pratiğinin, zihninde biriken soruların ve yer yer müstehzi gözlemlerinin sonucunda ortaya çıktı. Başlangıç noktası...

Gündeliğin Nabzını Tutan Şiir: Zeynep Karaca’yla Söyleşi

Zeynep Karaca, son yıllarda Türk şiiri üzerine yürütülen en nitelikli söyleşi dizilerine imza atan, sesi kadar sözü de güçlü bir isim. Onun “Şiir Matineleri”...

Kendine Ait Bir Harita: Deniz Schwarzwald’ın Şiiri

Deniz Schwarzwald’ın ilk şiir kitabı "Bütün Haritaların Dışında" üzerine ve kendisinin hem şiirinin hem kimliğinin hem de aidiyetinin yer yer kesildiği, kırıldığı ve yeniden...