Söyleşi: Ceyda Korkmaz
Serdar Soydan’ı güneşli bir ada gününde tanıdım. Kendisini dinlemeye gelenleri, akıcı ve sık sık gülümseten anlatımının tesiri altına almıştı. Üzerine çalıştığı, yıllar önce bu dünyadan göçüp gitmiş yazarların her birisini bir yaz sofrasında yemiş-içmişliği varmışçasına tanıyor gibi anlatıyor okurlarına. Serdar Soydan’ın bu samimiyeti ve gözlem yeteneği kendisine karşı da aynı merakı uyandırıyor. Lisans eğitimini Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema-Televizyon bölümünde tamamlamış, yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı üzerine yapmış olduğundan kendisinin edebiyat ve sinema hakkındaki düşüncelerini duymak için kapısını çalıyoruz.
- Sorulara temelden bir giriş yapıyoruz: filmleri yapılan kitaplar. Bir kitap film olduğu zaman yazar çoğunlukla yapılan işi beğenmemiştir bizim coğrafyada. Beğenen yazarların da genelde senarist kadrosunda yer aldığını görürüz. Sizce bir kitap filme aktarılacağı zaman dikkat edilmesi gereken en önemli şey nedir ve Türkiye’de buna ne denli dikkat edilir?
Sinema görüntülerle edebiyat kelimelerle yaratıyor sihrini. Ancak sinema, yüz yılı mütecaviz tarihi boyunca, neredeyse ilk yıllarından itibaren edebi eserlerden faydalanmış. Edebiyat uyarlamaları yapılagelmiş. Türk Sineması’ndaki ilk konulu filmlerin Mürebbiye, Pençe, Sözde Kızlar, Ateşten Gömlek gibi edebiyat uyarlamaları olduğunu, 1910’lu, 20’li yıllardan itibaren senaryo yazarlığının, edebiyat uyarlamaların yazarlar için ek gelir anlamına geldiğini unutmamak gerek. Bir roman ya öykü ya da oyun filme uyarlanırken nelere dikkat edilmeli? Bu eserden esere değişir. Zira sinema popüler olduktan, kitleleri peşinden sürüklemeye başladıktan sonra tüm sanatlar gibi edebiyatı da etkiliyor. Sinemasal, sinemanın olanaklarını kullanan, daha görsel, daha göstermeci romanlar yazılmaya başlanıyor. Böyle bir eserse uyarlanacak olan, iş çok kolay. Zira zaten metin sahnelenmeye hazır. Ama daha edebi, daha sanatsal metinlerde bazı zorluklar ve bir tür meydan okuma olarak görülebilir sanatlı, içe kapalı, reel aksiyonu zayıf ya da hiç olmayan bir metnin uyarlanması. Burada senariste düşen iş eserin ruhunu kendi yaratacağı, sıfırdan kuracağı dünyaya aktarmak olabilir. Eğer bir eserden yola çıkıyorsanız, o eserin sizi nereden yakaladığını unutmamalısınız.
- Sizin, önemli Türk televizyon dizilerinde senarist kadrolarında bulunduğunuzu biliyoruz. Senaryo türünü de edebi metinler içine almak mümkün müdür? Senaryo yazmanın bir roman ya da hikâye yazmaktan farkları nelerdir?
Senaryo yazılı bir metindir. Edebidir. Başı sonu olan, bir dünya yaratan, bir kelime haznesi, bir üslubu olan bir bütündür. Bu açıdan hikaye ya da romandan pek bir farkı yoktur. Kelimelerle kurulan bir dünyadır. Ancak senaryonun teknik bazı gerekleri de vardır. Kendince bir biçimi, kendince bir anlatı dili olmalıdır. Bu açıdan diğer edebi türlerden ayrılır. Görsel olmak zorundadır. Arka arkaya gelen görüntülerle derdini anlatacak bir metindir. Görsel olarak yönetmeni esinlemelidir. Tabii senaryonun da aşamaları ve türleri var. Sinopsis ile başlar her şey. Yani öyküyle. Filmin öyküsü. Sonra tretman gelir. Bu filmin öyküsünün sahnelere ayrılmasıdır. Ritim gelir, görselleşir öykü, yapı kurulur. Tretman filmin mimari kuruluşudur. Sonra senaryo, yani tretmanın ete kemiğe bürünmesi, sahnelenmesi, diyaloglandırılması… Buraya kadar çok edebi, çok çağrışımsal da olabilir senarist. Ama çekim senaryosu gibi sete gidecek, yönetmenin yol haritasını içeren bir versiyon vardır ki bu teknik bir metindir. Artık sahneler de planlara bölünür. Yani senaryo teknik, zanaatkarlık gerektiren bir metindir. Ama bu edebi olmayacağı anlamına gelmemektedir.
- Bir söyleşinizde bahsettiğiniz üzere edebiyat dünyası, hetero-patriyarkal yapının dışında kalan bireylerin yoluna taş koyan bir dünya. Bu dışlanma sinema dünyasında (senarist, yönetmen, oyuncu…) da var mı? Varsa bu durum sinemayı geçmişten günümüze nasıl etkilemiştir?
Dünya korkunç bir yer. Gücü gücü yetene. Sadece cinsel, dinsel ötekiler değil, bin bir farklı sebepten bin bir farklı insan ve hayvan ve bitki birbirini eziyor, üzüyor, yok sayıyor, yok ediyor. Sadece sanat alanında değil, her alanda böyle bu. Bir sonraki sorunuza da burada cevap vermek istiyorum. Sanat alternatif bir dünya düşüdür. Acı gerçeğin karşısına düşle kurulmuş bir kalkandır. Başka bir dünyanın mümkün olduğunu ortaya koymadır. Bu yüzden ötekiler sanatta kendini var etmeyi seçer. Sanat böyle korunaklı bir an, bir dışavurum, kendini var etme alanıdır. Edebiyatta da sinemada da cinsel ötekiler kendisini hayata göre daha rahat var edebilmiştir. Ya da söyle diyelim, cinsel ötekiler gündelik hayatta kendilerini var edememelerinin acısını sanatta çıkarmıştır. Sanat alternatif bir gerçek, düşsel bir sığınak olmuştur. İyi ki ötekiler var, her tür öteki. Etnik, dinsel, cinsel ötekiler ve kendilerini inadına var ediyorlar sanatla. Bu dünyayı zenginleştiriyor. Şimdi sosyal medya da böyle bir işlev görüyor. Yok sayılan, görmezden gelinen, tarihten silinmek isteyen herkes kendini telefonlarında uygulamalar aracılığıyla görsel-işitsel olarak var edebiliyor.
- Quir edebiyat ve quir sinema cinsiyetin ve cinselliğin toplumsal inşasını sorgulayan, heteronormatif normlara karşı alternatif anlatılar geliştiren ifade biçimleridir. Bu iki anlatı, dünyada ve Türkiye’de birbiriyle bağlantısı var mıdır? Sizce bu iki oluşum gelecekte nasıl şekillenecek?
Bakınız önceki cevap 😊
- Bir edebi eserin ve bir filmin dolaşımda kalmasını sağlayan kilit nokta gerçekçilik midir? Okur veya seyirci karşısında bir ayna gördüğü takdirde mi düşer hikâyenin peşine? Sizce kanon olan yapıtların nitelikleri iki alan için kesişir mi yoksa tamamen bağımsız ölçütler mi mevcuttur?
Kanonik metinlere şüpheyle yaklaşmak gerekiyor. Tarihi, gücü elinde tutanlar yazıyor, bunu unutmamalı. Kazananların tarihini okuyoruz. Onların gözünden, onların istediği gibi. Bugüne kalan metinler de iktidarın bugüne kalmasında beis görmediği metinler. Beğenilerimiz, zevklerimiz de manipülasyona açık. İktidar tarafından şekillendirilebiliyor. Ama bir eseri ölmez kılan ruhudur. Roland Barthes punctum diyor. Eserin kelimelerle ifade edilmesi güç ruhu, gücü, gölgesi, kökü. Yaratanın yaratısına yaşam üflemesi, onu sonsuza değin yaşar kılması. Eğer böyle bir özü, böyle bir gücü, kendi başına, müstakil bir hayatı varsa o eser bir gün, bir şekilde gün yüzüne çıkıyor. Suat Derviş’te gördük bunu. Tarihten silinmeye çalışılan bu kahraman kadının eserleri ölümünden elli yıl sonra gün yüzüne çıktı ve okuyucusunu buldu. Halen yaşıyorlardı. Evet, bir tür ayna, bir tür ortak deneyim, duygu. Ama bazen de tamamen farklı bir his, farklı bir ses çeker bizi. Estetik bir büyü de sunabilir sanatçı. Gerçek bir kesit de.
- Son olarak kişisel zevkinize dair bir ipucu alalım. Okurken filmini izlemeyi arzu ettiğiniz yapıt/yapıtlar var mı? Yoksa filmlerin okurun hayal gücünü kısıtladığından yakınanlar tarafında mısınız?
Reşat Enis’in Gonk Vurdu, Sadri Ertem’in Çıkrıklar Durunca, Peride Celal’in Rüyalar Evi, Nahid Sırrı’nın Yıldız Olmak Kolay mı? ve Suat Derviş’in Kendine Tapan Kadın romanlarını izlemek isterim. İnşallah içlerinden birini, ya da birkaçını, hatta hepsini sinemaya uyarlamak bana nasip olur. Ha, bir de ilk aşkım Hüseyin Rahmi’den Ben Deli Miyim? Ve Muhabbet Tılsımı. Bunlar mükemmel filmlere kaynaklık edebilir.
Cevaplarınız için size, ilgisi için okurumuza en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Serdar Bey ile yapacağım nice söyleşilerde buluşmak dileklerimle…