Matruşkanın En Küçüğü – Emine Güler

Evde un biter, yumurta biter, süt biter, leş sinekleri hiç bitmezdi. Kara bir veba gibi çoğalır, çoğaldıkça tüm eve yayılır, konduğu her şeyi ve herkesi yavaş yavaş leşe çevirirdi. Çürümeyi çağırırdı bu sinekler. Ölü kedilerden uçan leşe doymuş sinekler. Tavanarası. Rüzgarın hızını kesmek için örtülen yeşil muşambaların ardında ölü kediler. Ölü kedilerden kalkan leş sinekleri. Tahta kapının altındaki aralıktan çıkıp çıkıp gelirler. İşte mutfakta duran bir dilim kek. Nebahat teyze verdi. Şimdi üzeri leş sinekleriyle dolu. Bıraktıkları larvalarla kekimi de leşe çevirecekler. Önce üzülüp ağlıyorum. Sonra boyumu aşan bir öfkeyle koşup üzerindeki sineklerle beraber keki yutuveriyorum. Kulaklarımda uğuldayan boğuk bir vızıltıyla kalıyorum.

Sonra koştum. Yarı gölgeli bir ağaca sığındım. Ağaç kovuğunda kurtçuklar. O da çürüyor, diyorum. Kedi de çürüdü. Anneannem de çürümüş, öyle dedi annem. Yere düşen yalnız bir incir gibi balını toprağa akıta akıta yıllarca. Nebahat teyze de çürüyecekmiş, annem söyledi. Biz de çürüyecek miyiz anne, dedim. Cevap vermedi. Bohçanın içinde bir armut, yarım ekmek, biraz da zeytin vardı kaçtım dedi. Nereye kaçtın dedim, cevap vermedi. Bak dedi işte anneannen. Arka ayakları kırılmış, gözleri yarı açık, ipince bir soluğu sürdüren kediyi göstererek. Böyle öldü, dedi. Çok önceden. Bizim evin terasında neden hep felçli kediler ölür? Bilmiyorum. Komşuların kokudan şikayet ettiğini biliyorum. Annemin komşularla bağır çağır kavga ettiğini biliyorum. Babamın ölü kedileri torbalara doldurup arkadaki boş arsaya attığını biliyorum. Anneannen yarı aydınlık sarı bir ampule gözlerini dike dike… Ampulün üstünde leş bekleyen sinekler. Yanında boş bir tabak. Çekmeceleri el yordamıyla aşırılmış bir komodin. Yiyeceksiz. Komodinin üstündeki suyu içeyim derken dökmüş. Öyle, yerinden kıpırdayamayan bir ağaç gibi, işte şu ağaç gibi çürümüş. Kimse görmemiş mi onu, diye soruyorum. Uyu diyor artık, bak masal da bitti.

Uyuyorum. Rüyamda kocaman kocaman sinekler görüyorum. Karabasan gibi çöküyorlar üzerime.

Yarı aydınlık bir oda. Odada demirden, paslı ayaklı, kenarları söğüt desenli bir kerevet. Kerevetin üstünde yağlı, sarılı, cerahatlı, soluk pembe yorgan. Yorganın içinde ağzı salyalı, felçli, kıpırtısız bir anneanne. Evin penceresi eski taş caminin arka duvarına bakar. Her ezanda kendi selasını dinler anneannem. (Nasıl böyle Rab’siz kalınır bu kadar yakınken bilmem) Müminlerin zekatları cami önünde verilir birer birer. Arka duvara geçilmez. Arka duvar görülmez. Arka duvarın ardındaki evde çürüyen anneannem görülmez. Zekatlar verilir. Hayır duaları edilir. Allah tüm hastalara şifa versin bu mübarek ramazan gününde. Allah belki bazı hastalara şifa da verir. Anneanneme su bile vermez. İşte, çekmeceleri el yordamıyla aşırılmış bir komodin. Komodinin üzerinde bir sürahi. Anneannemin kolları biraz kalkabilir. Ödem olmuş şiş parmakları sürahiyi kavrayabilir. Kupkuru boğazına birkaç yudum su akıtabilir. Ama anneannemin kolları titrer. Sürahi yere düşüp kırılır. Allah anneanneme su bile vermez. Her gün ezanlarını dinletir. Caminin arka duvarına bakan bahçe çocuksuzdur. Caminin yanında top oyanamak ayıptır günahtır. Anneannem caminin arka duvarındaki hayrat çeşmesine bakar. Düşünde çeşmeden lıkır lıkır sular içer. Çeşmenin ucu kireçli, dibi kurbağalıdır. Çeşme artık hiçbir hayırlara vesile olmuyordur. Anneanneme eziyettir bu çeşme. “Haram parayla yapılmış hayrattır o, ” Derdi annem. “Mezarda yatanın sevabı değil, günahı yazılmaya devam eder. ”

Uyuyorum. Rüyamda kerevette yatan anneannemi görüyorum. Annenannem yattığı yatakta giderek dibe çöküyormuş. Üstü başı hep toz toprak olmuş. Açık ağzına serçeler yuva yapmış. Tırnak kenarlarını fareler kemirmiş. Karnı kocaman yarılmış, kargaları beslemiş.  İçeride ölüm kokusu. Ben annemin karnından gözlüyorum. Annem birden doğuruveriyor beni. Git diyor çek çıkar anneanneni. Tüm bebek kollarımla kazıyorum.

Derken uyanıyorum. Karşı komşudan tereyağı istiyorum. Kızım sıvıyağ verdim ya dün diyor. Neyinize yetmedi diyor. Annem börek çörek yapacak diyorum. Tereyağını alıyorum. İçeriden sıcacık bir kurabiye kokusu geliyor. Nebahat teyze terliklerini sürüye sürüye içeri gidiyor. Kapı kapanıyor. Annem börek çörek yapmıyor. Tereyağını çöpe atmış. Karnım acıkmış. Mini mini kucağım, içinde elmalarım. Elmalarım da yok. Elmalar da hep çürümüş müdür?

Anneannem çürümüştür. İşte sıvasız, isli duvarlar. Sobada sönmeye meyilli bir ateş. Tek nefeslik. Gıcırdayan tahta kapı. Gece tüm ağırlığıyla anneannemin üzerine abanmış. Kapının kenarında sandık. Sandıkta anneannemin gümüş tokalı gelinlik pabuçları. Gümüş tokalar sobanın alevinde yanar. Anneannem gümüş tokalara bakar. Pabuçlar bir oraya bir buraya tıkır tıkır gezerler. Anneannem su ister. Pabuçlar çiftetelli oynarlar. Sadece çiftetelli oynamayı bilirler. Çünkü anneannem onları sadece düğününde giymiştir.

“En küçük matruşkanın hikayesini bilir misin?” derdi Miço. “Tek bir öze dönüşene kadar kendini kaç kez ikiye böler… ” Miço benim köpeğimdir. Annemden gizli köpeğim. Aslında böyle demez de, ben der gibi yaparım. Onu tahterevallinin bir ucuna koyarım. Bir aşağı bir yukarı zıplarım. Miço en küçük matruşkayı anlatır. Nebahat teyzenin evinde matruşkalar kırmızılı. Hepsi birbirinin içinden geçer. En küçük matruşkayı aldım. Cebime de attım. Nebahat teyze beni dövdü. Ağzıma acı biber sürdü. Salya sümük ağladım. Ama matruşkayı da vermedim.

“Bak Miço, en küçük matruşka. ”

Miço çimlere attığım matruşkayı ağzında geveleyip yere tükürüyor. Tekrar cebime atıyorum.

Ateş sönmüş, annem kaçmış, anneannem üşümüş. Penceresi aralık, odası da karanlık. Kar pencereden gözlerine gözlerine yağmıştır. Anneannem gözlerini yummuştur. Çünkü o sadece gözlerini yumabilir.

Ama tek masal anneannem değilmiş öğrendim. Pamuk Prenses falan da varmış. Okulda söyledi öğretmen. Kim öğretiyor sana böcekleri kurtları ve irinli kanlı patlayan yaralı korkunç korkunç masalları dedi cık cık etti. Ben annemden korkuma bir şey diyemedim.

O gece annem Pamuk Prenses masalını anlatsın istedim. Annem dilimi ağzımı, elimi kolumu pis bir şeyle bağlıyor. Şimdi gelecek böcekler. Şimdi seni de yiyecekler. Sesim soluğum çıkmıyor. En azından Miço var. Miço beni kurtarır. Miço beni kurtarırsa matruşkayı da ona veririm. Matruşkaları sayarken uykuya dalıyorum.

Geçen gün Nebahat Teyze’nin evinden taş bebek çaldım. Lüle lüle saçları, fırfırlı eteği, dantelli yakası vardı. Bembeyazdı. Adını Pamuk koydum. Pamuk Prenses olsun diye. Pamuk prensesin saçlarını tarıyorum.

Minik sincap hop dedi

Gel de kuyuya bak dedi

Kapı kulpunda kırmızı bir el izi. Gece birden farklı ihtimallere bürünüyor. Korkuyla örülü bir karanlık, bebeğimin saçlarından onu tarayan ellerime, şarkı söyleyen ağzıma, oturduğum kirli mindere bulaşıyor.

Kuyuda bir hokkabaz

Dedi seni yaramaz

Ağzımda pas tadı. Rüzgar evlere sindi. Ağaçların fısıltısı dindi. Hiç bilmediğim, görmediğim, karanlık bir gölge ile saklambaç oynuyorum. Ben nereye gidersem oraya geliyor. Gölge ardını dönecek. Ona kadar sayacak. Bir bilmece soracak. Bilmezsem beni boğacak.

Kendini göstermeden, yalnız varlığıyla çocuk ellerimi, çocuk gözlerimi korkutarak, usul usul ilerleyen, kötücül bir misafir bu. Mutfakta izmaritler, boş bira şişeleri, küflenmiş konserve kutuları, tencerede duran, katılaşmış, bulamaç olmuş iki kepçe çorba. Annem nerede? Annem yok. Annesiz bir bakış atıyorum her şeye şimdi.

Acıktım acıktım

Daldan elma kaçırdım

Annesiz bir açlıktayım şimdi. Aklımda hep anneannemin ve ölü kedilerin böcekleri. Şimdi gelecek böcekler. Şimdi beni de yiyecekler. Gecekondu sokağında evler ıpıssız. Kışı beklemeden kuruyuveren bir söğüt dalında bir baykuş, daimi bir yasın habercisi. Baykuştan kaçıyorum. Gecenin katranına bulanmış bir avlu. Nebahat teyzenin evinde hiç ışık yok. Nebahat teyze erkenden uyuyuverir. Bebeğimi elbisemin içe saklıyorum. Çıplak ayaklarım koyu, ıslak, yapışkan bir şeye değiyor. Ayaklarımdaki balçığın çizdiği yoldan şıp şıp gidiyorum. Baykuş beni yakaladı yakalayacak. Misket gözlü baykuş. Nebahat teyzenin avlu kapısı açık. İçeride ağıt gibi ağır, soluk gibi ince, ağdalı bir inildeme. Evin yan tarafındaki bahçede annem dirseklerine kadar toprağa bulanmış, var gücüyle bir şeyleri kazıyor. Kan ter içinde.

“Anne ben acıktım, ” Diyorum.

“Kızım git, Anneannene bir bardak su ver.” Diyor.

Davetsiz bir misafire sıkıntıyla açılan kapılardan sıra sıra geçip salona varıyorum. Nebahat teyze yatağında kıpırtısız. Ağzının içinde bir mendil. Ayakları keten bir örtüyle bağlı. Keten örtü ıslak, keten örtü kırmızı. Anneanneme bir bardak su veriyorum.

En Yeniler

Kolektif Hafızanın Edebi Çıktısı: Hatırlayacaksınız Geçtiğimiz Günlerde…

  Edebiyatın en güçlü taraflarından biri, gündelik hayatın sıradan görünen...

Sarah Elizabeth Green – Öbür Dünya

Çeviren: Leyla Bayrı 1. Herhalde sabah bulantısı böyle bir şeydir: ıspanaklı omleti...

Tuzbiber Komedyenleri Komik mi?

Ozan R. Kartal     "Düşünce için kahkahadan daha iyi bir başlangıç...

Gertrude Stein Türkçe’de: Şiir ve Dilbilgisi

Modernist edebiyatın en aykırı ve yenilikçi yazarlarından Gertrude Stein,...

İp Uzun Boynumuz Kısa – Zeynep Karaca

Kerimcan Durmaz tutuklandı, yasa dışı bahisten ben Taksim’e çıktım toplum sözleşmesinden...

Bir Sesin Peşinde: Ornella Vanoni’nin Müziğini Keşfetmek

Azimet Avcu Bir Sesin Peşinde: Ornella Vanoni’nin Müziğini Keşfetmek Ornella Vanoni’nin...

Benzer İçerikler

Mekintoşundan Bi Isırık Son Bölüm – Olvido Ayşe Akan

Aksakallı bu gece bu anahtarın açacağı kapıyı bulursa yarın buradaki işimizi halleder, iki üç güne İstanbul’a döneriz. Ah, şeyhin tadı da damağımda kaldı ama....

Deniz Damlıyor ve Kimseye Borcun Yok – Birgül Kılıç

deniz damlıyor ve kimseye borcun yok demeye geliyor onlar üçüncü nesillerden beyaz tenlere yanlış bir cümle kurulmuş yanlış akşamlarda bu cadde şefkatli bir cinayet görmüş sürgün bebekler doğuran...

Bir kaplumbağanın ters döndükten sonraki ilk on beş dakikası. – Hasan Ay

GİRİŞ                     (ya da değil)     Gökyüzü mavi olmasaydı hangi renk olurdu diye düşünmek vakit kaybıdır, hatta biraz ileri gidip hadsizlik olarak da tanımlanabilir. Çünkü gökyüzü...