İnceleyen: Süleyman Tanrıverdi
John Berger ve oğlu Yves Berger’in Metis Yayınları’ndan çıkan Top Sende – Sanat Üzerine Yazışmalar adlı kitabı, ilk bakışta yalnızca iki sanatçının karşılıklı mektuplaşmalarından oluşuyormuş gibi görünüyor. Ancak kitabı okudukça, mektupların basitçe gönderilen kâğıt parçaları değil, zamanın ve görsel hafızanın katmanlarını iç içe geçiren bir deneyim alanı olduğunu fark ediyorsunuz. Bu deneyim, hem sanat tarihiyle hem de kendi kişisel hafızamızla kurduğumuz ilişkide güçlü izler bırakıyor.
Yves Berger’in üniversite öğrencileriyle buluşmasında yaşadığı hayal kırıklığıyla başlayan hikâye, bana da çok tanıdık geliyor. Sanatın yaratım sürecini başkalarına aktarmak, çoğu zaman kullanılan araçlarla sınırlanıyor. Yves’in öğrencilerine gösterdiği fotoğraflar, üç tablonun farklı aşamalarını belgelemeye yarasa da, onun zihninde sürecin katmanlı ve kıvrımlı doğasını ifade etmekte yetersiz kalıyor. Çünkü sanat, gerçekten de düz bir çizgi gibi ilerlemiyor; zamanın ok gibi fırlayıp gittiği bir süreç değil, iç içe geçen, bazen birbirine dokunan, bazen ayrışan kıvrımlarla örülmüş bir deneyim. Kitabı okurken ben de geçmişte atölyelerde ya da müze salonlarında yaşadığım, zamanın böylesine büküldüğünü hissettiren anları hatırladım.
Mektuplar ilerledikçe babayla oğulun birlikte açtıkları pencerelerden sanat tarihinin farklı dönemleri göz kırpıyor. Dürer’in bir çizimi Beckmann’a sesleniyor, Van Gogh’un koyu tonlardaki İncil’li natürmortu van der Weyden’in incelikli Müjde sahnesine yanıt veriyor. Bu karşılaşmalar bana, müzelerde yan yana gelmemesi gereken eserler arasında bile kendi zihnimde kurduğum bağları düşündürdü. Yıllar önce Amsterdam’da Van Gogh Müzesi’nde dolaşırken, aynı anda Rubens’i hatırladığımı, bir tablonun ötekini çağırdığını anımsıyorum. Berger’lerin kitabında bu çağrışım zinciri bilinçli bir şekilde metinleştirilmiş, resimlerin kendi aralarında kurdukları diyalog görünür kılınmış.


Mektupların en etkileyici yönlerinden biri, resimlerin birer yorum nesnesi olmaktan çıkıp canlı varlıklar gibi konuşturulması. Morandi’nin sürahileri, John Berger’in ifadesiyle birbiriyle sohbet ediyor. Poussin’in manzaraları, Çinli ressam Zhu Da’nın doğa betimlemeleriyle birlikte sonsuzluk hakkında düşünüyor. John’un suluboya gülü ise Caravaggio’nun figürleri gibi, varoluşu onaylayan bir ışık taşıyor. Bu yaklaşım bana tabloların önünde yaşadığım uzun bakış anlarını hatırlattı. Bir süre sonra resimlerin size fısıldamaya başladığını, odadaki diğer izleyicilerden koparak yalnızca onlarla konuştuğunuzu hissedersiniz. Berger’lerin yaptığı şey, bu yoğun kişisel deneyimi yazıya dökebilmek.
Bununla birlikte kitap, yalnızca görüneni değil, görünmeyeni de merkezine alıyor. John Berger’in Manet’nin Vazoda Mos Gülleri üzerine yaptığı yorum çok çarpıcı: Vazodaki çiçekler camın içinde çözülüyor, figüratif niteliklerini kaybediyor ve gözümüzün önünde bir tür ön-ham maddeye dönüşüyor. Berger, burada sanatın asıl gücünü “görünmeyeni kurtarma” olarak tanımlıyor. Bu cümleyi okuduğumda, uzun süre zihnimde dönüp durdu. Çünkü bir tablonun önünde yaşadığım en derin etkilerden biri her zaman betimlenen şeyin ötesine, hatta öncesine dair bir duyum hissetmek olmuştur. Sanki tablo yalnızca bir sonucu değil, aynı zamanda varoluştan da önceki titreşimleri görünür kılar.
Kitabın sayfalarına su imgesinin sık sık sızması tesadüf değil. Manet’nin vazosunda, Caravaggio’nun ışığında, tren penceresinden dışarı süzülen damlalarda, Yves’in çocukluk hatıralarında hep aynı öğe geri dönüyor. Su, hem yaşamın kaynağı hem de tablolar arasında gizli bir akıntı. Okurken ben de bu imgeler sayesinde resimleri birbirine bağlayan görünmez bir nehirde yol alıyormuşum gibi hissettim. Yves’in bir mektubunda bahsettiği gibi, resim yapmak denizin derinliklerine çekilmek gibi. Bu benzetme bana da çok tanıdık geldi; özellikle yazmaya oturduğumda, kendimi yüzeyden uzaklaştıran ama aynı zamanda orada kalmaya zorlayan bir dalış duygusu yaşarım.
Kitabın son bölümlerinde mektupların yerini görsel bir deneme alıyor. Babayla oğulun çizimleri, fotoğrafları, doğanın bıraktığı izler –örneğin bir bal peteği baskısı ya da kar üstünde çizilmiş bir tavşan figürü– sözlerin ötesinde konuşmaya devam ediyor. Burada doğanın da sanata eşlik eden, onunla birlikte üreten bir güç olduğu fikri belirginleşiyor. John’un gençliğinde kullandığı kobalt mavisinin, gözler evrimleşmeden önce de dünyada var oluşu, Yves’in titanyum beyazını hazırlarken pencereden gördüğü arı kovanlarıyla kurduğu bağ, doğanın sanatla iç içe geçen ritmini hatırlatıyor.
Top Sende – Sanat Üzerine Yazışmalar benim için yalnızca sanat üzerine düşünsel bir metin değil, aynı zamanda bir tür kişisel rehber oldu. Kitap boyunca hissettiğim şey, sanatın tek başına bireysel bir dehanın ürünü olmadığı; doğayla, tarihle, görünmeyenle ve hatta aile içi sohbetlerle kurulan karmaşık bir ortaklık olduğuydu. John ve Yves Berger, resimlerin birbirine göz kırptığı, çağların iç içe geçtiği, suyun her şeye sızdığı bu diyalogda bizi de sessiz bir dinleyiciye dönüştürüyorlar. Okurken kendimi onların arasına katılmış, bazen bir tabloya bazen bir çocukluk anısına kulak kabartırken buldum. Belki de kitap, en çok bu yüzden etkileyici: okuyucuyu, bir sohbete dahil etmenin, resimlerle konuşabilmenin mümkün olduğunu hissettiriyor.