Behçet Aysan Şiirinde Hikaye Ekseni: Narrative Şiir

İnceleme: Cüneyd Ensari

Narrative (anlatısal) şiir, temelde “şiiri hikâyeleştirme sanatı” olarak tanımlanabilir. Lirizmin duygusuyla, epik anlatımın olay örgüsünü aynı potada eritir. Nesire kaymadan şiirin olağan normları içinde gerçekleşen bu tarzda, betimleme ve görsellik ön planda olduğu gibi anlam ve kurgu bütünlüğünün sağlandığını da görürüz. Çoğunlukla bir kahramanın, bir yolculuğun veya belirli bir dramatik durumun etrafında şekillenen bu şiirlerde, içerik ve onu taşıyan üslup arasındaki uyum esastır. Bu nedenle, saf lirik şiirin aksine, ses ve ahenk unsurları bazen ikinci planda kalabilir; zira asıl vurgu, içsel bir monologdan ziyade, dışa dönük bir “anlatı”nın ta kendisi üzerinedir. Çünkü göz önünde olan olaydır, hikayedir. Şiirin daha çok akışını ve olağan durumunu ele alan narrative şiir, ahenk ve ses olaylarını ikinci planda bırakarak şiirin temelini üslup ve içerik üzerine oturtur. Narrative şiir, bir hikâyenin akışını ve olağan durumlarını şiirin merkezine yerleştirerek, temelini daha çok sağlam bir üslup ve derinlikli bir içerik üzerine kurar. Bu poetikanın Türk şiirindeki yansımaları, modern şairlerde sıklıkla karşımıza çıkar. İşte Behçet Aysan’ın “Düello” isimli kitabı, bu bağlamda incelenmeye değer zengin bir metinler bütünü sunar. Aysan’ın şiirleri, yalnızca bireyin iç dünyasına değil, toplumsal ilişkilere, tarihe ve mitolojik arketiplere uzanan geniş bir anlatı evreni inşa eder.
“Düello” kitabının geneline baktığımız zaman, özellikle ilk dört bölümün genel olarak taşra esintisi sunan şiirlerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Taşradaki iyiyi, kötüyü, olanla olmamışı, olmaya ramak kalmışı, olması kötü olan şeyleri teker teker bu şiirlerinde inceler Aysan. Yelesi, terkisi gibi kavramlarla birlikte Şahmeran gibi Anadolu efsanesi haline gelmiş mitleride çokça barındırıyor bahsettiğimiz ilk dört bölüm. Tentürdiyot isimli şiirinde;

“şehre bir tentürdiyot
lekesi yayılıyordu.
taşradan geliyorum, taşradan…”

tarzında satırlara denk gelmemiz buna en güzel örneklerden birisi olacaktır.
Aysan şiirinde göze çarpan en belirgin narrative metinlerden birisi ise şüphesiz ki “Beyaz Başörtülü Kadınlar”dır. Aysan bu şiirinde 1976 Arjantin Darbesi’ni ele alıyor. Beyaz Başörtülü Kadınlar ismiyse cunta döneminde “kaybedilen” şahısların annelerinin kullandığı, döneminin simgesi olan bir eşya. 1976 yılından 1983 yılına kadar süren bu cunta yönetiminde yirmi ila otuz bin kişinin kaybolduğu tahmin ediliyor. Düello’da ki toplu şiirler arasında en dikkat çeken narrative şiir bu yönüyle Beyaz Başörtülü Kadınlar oluyor. Çünkü Aysan bu şiirinde, acıyı anlatmak istiyor belki de. Birebir portre sunup, insanların dikkatini buraya çekmeye çalışıyor şeklinde de tahmin yürütebiliriz. Jose Antonio isimli Arjantinli bir tıp öğrencisi üzerine kurulan şiir, dönemin sosyopolitik yapısını gözler önüne seriyor:

“günün son sigarasını yaktı.
anası babası ve öğrenci kardeşi
uyumuşlardı, pencereler karanlıktı
anahtarı cebinden çıkardı
ne çok ışık hepsi yandı
ağaçların arasında otomobil farları
jose antonio şaşırdı
silahlar üzerine doğrulmuşlardı.
saat 02.25, kenar mahalledeki evin içi
bütün kitapları yerlerde
şiirler, ders notları, mektuplar
ve fotoğraflar, söyle bu resimdeki kız kim
ya bu sakallı arkadaşın
….
sandıklar boşaltılmış, anasının çeyizleri
dolaplar, mutfak rafları, tabaklar
yataklar yırtılmış, delik deşik.
o gün ilk defa jose antonio
ilk de and dağlarını ne zaman
görmüştü
küçük
bir çocukken babasıyla
oğlum demişti özgürlüğü halkın
işte bu dağlar kadar“

Bu satırlarda Antonio’nun eve gelene kadar yaptığı her hareket detayı detayına anlatılmış, sağlam betimlemelerle güçlendirilen şiir, bir görsellik sunmuştur önümüze. Son sigarasını yakması, eve gelmesi, ışıkları kapalı görmesi günlük rutinin narrative şiiri ısındırmak ve kurmak için sağladığı imkanlardandır diyebiliriz. Sonra ansızın üzerine doğrulan silahları görmesiyle, gece yarısı evine giren polislerle birlikte yapılan aramaya şahit olur. Dağılan notlarının, şiirlerinin arasında Antonio’nun “kaybolması” için yetecek küçücük bir delil bulmaya çalışıyordur aslında cunta rejiminin askerleri. Bakılan fotoğraflar ve fotoğraflardaki kişilerin kim olduğunun sorulması Antonio’nun başını yakmak ve onu sudan sebeplerle tutuklamak için aranan nedenlerden başka bir şey değildir esasında. Yatakların “yırtılmış, delik deşik” olması, sadece fiziksel bir yıkımı değil, aynı zamanda mahremiyetin hunharca ihlal edilişini ve nedensiz bir nefreti simgeler. “Anasının çeyizleri” ifadesi, sadece maddi değil, manevi ve nesiller boyu aktarılan bir değerin de hedef alındığını gösterir. Bu, rejimin sadece siyasi muhalifleri değil, hafızayı, geleneği, aile bağlarını da yok etmeye çalıştığının bir göstergesidir. Ayrıca sandıkların boşaltılması, çeyiz ifadesi her ne kadar evrensel ve kendi kültürümüzden kopuk bir olayı ele alıyor olursa olsun, Aysan’ın başta bahsettiğimiz taşra kültürünü yansıtan ifadelerinden birkaçı olarak bu şiirde de gözümüze çarpıyor.
Sonrasında bir umut ve halkın bakış açısını göz önüne getirmek için kanal değiştiriyor Aysan. Antonio’ya yapılan baskından sonra, halka aşılanan özgürlük umudu karşımıza çıkıyor ve kahramanımızın bir anısını dize haline getiriyor. And dağlarının ihtişamına benzetilen halkın özgürlüğü, şiirde benzetme yapılan nadir yerlerden biri olarak da gözümüze çarpıyor. Çoğunlukla imge ve benzetmelerden arındırılmış, yalın bir dille kuruyor bu şiiri Aysan. Ve şiire devam ediyor:

“peki şimdi niye ağlıyorsun baba.
bir gün sonra sabah, toplama kampı la perla
çok erken saatlerde beni hücreden
aldılar, gözlerime siyah bezden bir bant
taktılar, bir aracın arka koltuğuna
boylu boyunca yatırdılar,
-fısıltılar.
hareket ettik, korna sesleri duyuluyordu
cordoba’ nın kalabalık caddelerinden
birisine çıktığımızı anladım.
o dakika gittikten sonra durduk
-küfürler.
yere basmam söylendi, bastım, eğil dediler
eğildim, yürü dediler yürüdüm.

ayak sesleri çoğaldı
ve silah şakırtıları.
kan ter ve sidik.
görmek duymak dokunmak koklamak tatmak
sedef karanfil şarkı kadife ve tarçın
unutulmuştu.
gözetleme deliği olan demir kapılı
bir odada.
gözetleme deliği olan demir kapılı
bir odada.
üzerime kanlı bir pijama giydirdiler
ayaklarım
zincirle birbirine bağlandı
ve ellerim
kenarları yüksek
tahtadan yatağa yatırdılar.
duvar.
gözetleme deliği olan demir kapılı
bir odada.
on iki gün sonra
jose antonio da
desparecidosdu.”

Antonio’nun alıkoyulduktan sonra askerler tarafından ellerinin ve gözlerinin bağlanması, rejimin katı kurallarını ve “esirlik” anlayışını da gözler önüne seriyor. Kahramanın “yere basmam söylendi, bastım, eğil dediler eğildim, yürü dediler yürüdüm.” şeklinde her söylenen şeyi yapması da çaresiz bir teslim oluş göstergesi olarak gözler önüne seriliyor. Çaresizliğin, karşı koyamamazlığın, güçsüz konumda oluşun net bir biçimde anlatıldığı bu dizeler; Antonio’nun çıkılması zor bir durumda olduğu için söylenen şeyleri yapmaktan başka bir çaresinin olmadığını da bizlere anlatıyor. Yine gözetleme deliği olan bir oda vurgusunun yapılması; dışarıyla, özgür dünyayla tek bağlantı noktası gibi görünebilir, ancak gerçekte oradan gelen tek şey, onu gözetleyen, denetleyen ve kontrol eden bir bakıştır. O delik, mahkum için bir umut ışığı değil, hapsedilmişliğinin ve sürekli gözaltında oluşunun somut bir kanıtıdır. Belki de tutunulan şey, “görülme” ihtimalidir; “orada birinin olduğunu bilmek”, varlığının halen bir başkasının bilinci tarafından kaydediliyor oluşu, olası bir müdahale için ince bir umut ipliğidir. Ama bu, aynı zamanda mutlak bir çaresizliğin de itirafıdır.

“kan ter ve sidik.
görmek duymak dokunmak koklamak tatmak
sedef karanfil şarkı kadife ve tarçın
unutulmuştu.”

Burada insanlık halinin iki ucu, en iğrenç ve en lüks duyumlar yan yana getirilir. “Kan, ter ve sidik”, hapsedilmiş bedenin, korkunun ve işkencenin fiziksel gerçekliğidir. Bunun karşısında “sedef, karanfil, şarkı, kadife ve tarçın” ise insan deneyiminin güzelliğini, inceliğini, kültürünü ve hazzını temsil eder. Bu güzel şeylerin “unutulmuş” olması, sadece hafıza kaybı değil, insan olma halinin kaybıdır. Normal olanın çok basit bir şeymiş gibi bir çırpıda silinmesi; insan olma durumunun, güzelliğin, yaşamın bir çırpıda çöpe atılmasıdır. Rejim, sadece bedenleri değil, bu güzel duyumlarla var olan ruhları da yok etmek peşindedir.

“Desparecido” Arjantin dilinde “kayıp” anlamına gelmektedir. Belki de şiirin en korkunç boyutu burada gözler önüne serilir. Jose Antonio artık bir kayıptır. Bu, ölümden de beter bir durumdur. Çünkü Antonio ölmemiş, devlet eliyle “kaybedilmiştir”. İşkencelerle, cezaevindeki insanlık dışı yöntemlerle öldürülen “desparecido”lar artık bir insan değil, nicel bir veridir. Aysan, bu sistematik şiddeti ve insanlık yitimini, sıradan bir ev sahnesinden başlayıp bu korkunç hiçliğe doğru ilerleyerek, olağanüstü bir güçle anlatıyor.

“yedi yıl geçtikten sonra, plaza de mayo
yürüyorlar alana doğru
binlerce beyaz başörtülü kadın
ve binlerce yitik fotoğrafı
genç yaşlı kız erkek
binlerce desparecidos.
analar ve anılar
eşler kardeşler çocuklar
geri istiyoruz onları
geri istiyoruz onları.
şu bıyıklı
manuel, öğretmendi
arkada hudeibro, maden işçisi
jose parrada, santiago nattino
ve işte jose antonio’nun annesi
elinde oğlunun kocaman bir resmi.
geri istiyoruz onları.
-jose antonio benim.”

Aradan yedi yıl geçtikten sonra Antonio’nun ve diğer desparecidosların annelerinin, yani başta bahsettiğimiz beyaz başörtülü kadınların büyük meydanlara toplanarak eylem yapmalarını anlatılıyor bu bölümde de Aysan. Ellerinde fotoğraflarla, devlet eliyle “kaybedilen” kişilerin hesabını sormak istiyorlar. “şu bıyıklı manuel, öğretmendi arkada hudeibro, maden işçisi…” dizesiyle kaybedilen kişilerin sosyal statüsüne bakılmadığı, toplumun en düşük statülü mesleğine sahip kişilerden tutun da, en yüksek statülü mesleklere sahip kişilere varana kadar devlet eliyle binlerce insanın öldürüldüğü vurgulanıyor. Bu, belirli bir “suçlu” grubu avlamak değil, toplumun her katmanından, farklı fikirlere ve potansiyel olarak “tehlikeli” görülebilecek mesleklere (bir öğretmenin genç zihinleri etkileme potansiyeli, bir işçinin örgütlü direnişin parçası olma ihtimali) sahip herkesi yok etmeye yönelik sistematik bir terördü. Amaç, sadece bireyleri değil, toplumsal hafızayı, gelecek umudunu ve dayanışma ağlarını ortadan kaldırmaktı. Ancak bu terör esintisinin hesaba katmadığı bir güç vardı: desparecidosların anneleri. Çünkü devlet eliyle nicel veriye dönüştürülen her kaybın, bir annenin çocuğu olduğu unutuluyordu. Arjantin’in Plaza De Mayo meydanında toplanan anneler, kaybolan ve sadece nicel bir veriye dönüşen kişilerin fotoğraflarını ellerinde taşıyarak onları yaşatmaya çalışıyordu. Binlerce insan hep bir ağızdan, hep bir yürekten aynı acıları tadarak birlik oluyordu.

Ve şiirin sonu Aysan’ın vermek istediği en net mesajı taşımaktadır:
“Jose Antonio benim.”
Bu dize tüm şiirin özüdür. Kaçırılarak, işkence edilerek, hiçbir suçu olmadığı halde saçma ihtirasların potansiyel tehdit olarak görüp hapsettiği kişilerin çığlığıdır. Cuntanın yok saydığı kişileri, bu benim oğlum, benim evladım diyerek hep bir ağızdan yaşatıp buna itiraz ederler. Bu yapılan haksızlıklara karşı bir direniş, haklı bir isyanın göstergesi olarak göze çarpar Aysan şiirinde. Sonuç olarak Beyaz Başörtülü Kadınlar şiirini üç parça şeklinde ele alarak Arjantin diktatöryasını narrative şiir halinde önümüze sunmuştur Behçet Aysan. En başta da dediğimiz gibi bu şiir, Behçet Aysan’ın en başarılı narrative şiirlerinin başında gelmektedir.

En Yeniler

Diyar Atak’ın İlk Şiir Kitabı “Ürkek Bilinç” Yayımlandı

1999 yılında Şırnak’ın Cizre ilçesinde doğan Diyar Atak, şiirlerinde...

ART’N PARTY: İstanbul’da Yeni Bir Sanat ve Müzik Buluşması

9 Kasım 2025’te Taksim’deki 60m²’de gerçekleşecek Art’n Party, İstanbul’un...

Arkadaşça Bir Sahne

Ceyda K. Tolfa Tiyatro, Bursa’nın ipek şairi, Kent 16 Dergisi’nin...

Sis

Dilara Elitaş   Bir anda ona bakakaldım. Bir süredir evde dikkatimi...

Sözcükler Dergisi’nin 118. Sayısı Yayınlandı

Basın Bülteninden 2003 yılının Kasım ayında iki arkadaş, Burhaniye Ören’e...

Türk Sinemasında Entelektüel Bir Pencere: Reha Erdem’in A Ay Filmi Üzerine

İnceleyen: Azimet Avcu Reha Erdem’in A Ay (1988) adlı filmi,...

Benzer İçerikler

Faruk Nafiz Çamlıbel Aslında…

İmren Keyik   "Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı, Bir dakika araba yerinde durakladı.’’   "Han Duvarları’’ şiiriyle aklımıza kazınan o büyük şair Faruk Nafiz Çamlıbel… 18 Mayıs 1898’de...

Mustafa Köz’ün İç Odası: Söyle Sonsuzluğun Unuttuğunu

İnceleme: Handan Deniz Tinik Ağır aksak, tökezleyerek yürüdüğüm dünya; şiir. Nefes nefese, yutkunmadan, kursağımda salçalı bir parça ekmek—ıslanmış terle, toylukla. Hani “zümrütlenirken deniz’’ tuzlu melodisini...

John Berger ve Yves Berger’in Görsel Konuşması: Top Sende

İnceleyen: Süleyman Tanrıverdi John Berger ve oğlu Yves Berger’in Metis Yayınları’ndan çıkan Top Sende – Sanat Üzerine Yazışmalar adlı kitabı, ilk bakışta yalnızca iki sanatçının...