Eren Baltaş
Susuz Yaz: Mülkiyet, Devlet, Urla
Susuz Yaz (1963), başrollerini Erol Taş, Ulvi Doğan ve Hülya Koçyiğit’in üstlendiği, Metin Erksan yapımı dram filmidir. Senaryosunu Urlalı yazar Necati Cumalı’nın aynı adlı hikayesinden alan film, 1960’lı yılların Ege taşrasında su sıkıntısını merkeze oturtarak bunun üzerinden mülkiyet kavramını inceler. Film yayınlandığı yıllarda özellikle cinsel sahneleri ve “Türkiye’yi dışarıya kötü gösterdiği” gerekçesiyle sansüre uğrar, gösterilmesine izin verilmez.
Çekimleri de hikayenin geçtiği yer olan Urla’nın Bademler köyünde yapılan Susuz Yaz’ın hikayesi, dönemin toplumsal gerçekçi sanat anlayışı içerisinde üretilmiş bir sanat eseri olmakla birlikte, aynı zamanda Necati Cumalı’nın gerçekte de yaşadığı bölgeye dair birebir gözlemlerine ve düşüncelerine dayanır. Cumalı Urla’da büyümüş, üniversitede hukuk fakültesini kazanarak kente gitmiş, ardından kısa süreliğine büyüdüğü ilçede avukatlık yapmış bir yazardır. Döneminin “taşra kökenli entelektüelleri” arasında sayılabilecek biridir yani. Susuz Yaz da tam bu sebepten, gerek döneme dair verdiği ipuçlarıyla, gerekse mülkiyete dair sunduğu yansımanın günümüzdeki izdüşümüyle yeniden düşünülmesi gereken bir film.
Hikaye, köy ahalisindeki iki kardeşten küçük olanının (Hasan) birkaç ay önce kaçırdığı Bahar ile evlenmesiyle başlar. Hasan ve Bahar köyde kalabalık bir düğün yapar, ahali zil zurna sarhoş olur, çalgılar eşliğinde oynanır. Yeni evli çiftin mutluluğu, Hasan’ın abisi olan Gocabaş Osman’ın içten içe hoşuna gitmez, çünkü kendisi Bahar’a göz koymuştur, geceleri gizlice Hasan ve Bahar’ın sevişme seslerini dinler. Kardeşlerin evi köyün biraz yüksek bir yerindedir ve arazilerindeki kuyudan su çıkar. Osman, suyu köylülerle paylaşmak istemez, kardeşi Hasan ise böyle düşünmez ama abisinin otoritesine karşı da çıkmaz.
“-Su bizim değil mi, ne şekil istersek öyle kullanırız…
-Su toprağın kanı ağabey. Kimse razı gelmez.”
Günler böyle geçip gider, yaz zamanı geldiğinde yörenin alışılageldik sorunu olan susuzluk baş gösterir. Köyün daha alt kısımlarındaki bağlarda çalışan diğer çiftçilerin gözü ise kardeşlerin arazisinden geçen suya takılmıştır. Köylüler topraktan gelen suyun köye dağıtılabileceğini, böylece ekinlerin susuzluğuna çare olabileceğini düşünür ancak bu fikir Osman’ın hoşuna gitmez. Kardeşini de yanına alarak köylülerle kavga eder ve günün sonunda Osman kanal yaparak suyun akışını yönlendirir; yani suyun tamamını kendi arazisini sulamakta kullanmaya başlar. Köylüler kuraklık yüzünden aç kalmaya başladıklarında ve fundalıkları yandığında Urla adliyesine giderek kardeşleri şikayet ederler ancak hakim suyun kendi arazisinden çıktığını gerekçe göstererek Osman’ı haklı bulur.
“Allahın verdiği suyu kuldan paraylan mı satın alcez?”
Çektikleri açlık nedeniyle kardeşlerden intikam almayı kafaya koyan köylüler önce kardeşlerin köpeğini öldürür. Köylülerin bir süre sonra kendileri için de geleceğini anlayan kardeşler geceleri çifteliyle nöbet tutmaya başlarlar. Eller tetikte geçen birkaç geceden sonra beklenen olur ve silahlanan köylüler kardeşlerin arazisine girer. Kardeşler, köylülerle yarım saat kadar çatışır, çatışmanın sonunda su havuzu büyük hasar alır, köylülerden de birinin öldüğü, diğerlerinin kaçtığı görülür.
Cinayet üzerine yeni bir dava süreci başlar. Cinayete sebep olan kurşunun Osman’ın tüfeğinden çıktığının anlaşılmasına rağmen, Osman’ın ısrarıyla suçu Hasan üstlenir. Hasan içerideyken Osman karısına bakacak, tarlayı idare edecek ve Hasan’a da harçlık gönderecektir. Tabii bu vaatlerin hiçbiri gerçekleşmez; Hasan’ın hapse girdiği andan itibaren Osman kardeşinden gelen mektupları yırtar, Bahar’a da Hasan’ın kendisini unuttuğuna dair yalan söyler. Daha sonra da türlü yalanlarla Bahar’ı Hasan’ın öldüğüne ikna eden Osman o gece Bahar’la zorla ilişkiye girer.
Hikayenin bu noktasında Hasan, baştan itibaren gönülsüz olduğu bir dava yüzünden kavgalara karışmış, işlemediği bir cinayet yüzünden hapse düşmüş ve biricik karısını abisine kaptırmış olduğunu anlar. İçerideyken yaşlı bir mahkumla yakınlık yapan Hasan olayların gidişatını daha net kavramaya başlar. Genel af ile hapisten salınan Hasan için şimdi Osman’dan intikam alma vaktidir.
“Köye dönünce söylediklerimi unutma. Osman’a kızmakta haklısın ama seni mapus damlarına onun adam vurup suçu sana atması düşürmedi. Esas sebep akan suya sahip çıkmak istemesiydi. Mesele, suyu onun elinden almak olmalı. Üstelik suyu yalnızca onun elinden almak da yetmez. Bütün onun gibilerin elinden, bütün suları almalı!”
Habil ve Kabil, Romulus ve Remus
Folklorik edebiyatın tarihi birbirinden zıt karakterlere sahip iki kardeşin çatıştığı hikayelere yabancı değil. Necati Cumalı ise Hasan ve Osman özelinde, diğer hikayelerden farklı olarak meseleyi bireysel farklılıklar haricinde toplumsal bir çelişkiye dayandırıyor: Mülkiyet çelişkisi. Toprağın verdiği suya birileri hakim olabilir mi? Toprağa, dolayısıyla suyun akış yönüne hakim olur. Peki toprak? Bölüşülmesi gerekmez mi? O zaman nihayetinde ekmeği de bölüşecek miyiz? Bu sorular hikaye boyunca Hasan ve Osman’ın arasının bozulmasına, köylülerle aralarındaki çatışmanın giderek şiddetlenmesine ve hikayenin sonunda Hasan’ın hapisten çıktığında Osman’ı öldürmesine yol açar.
Filmde Osman ve Hasan ikilisinin dinamiğinin anlattığı bir şey daha var. Hapisten çıkıp intikam almaya karar verdiği ana kadar Hasan karakterinin sık sık ağabeyinin otoritesinden çekindiğini izliyoruz: Köylülerin kıtlığına üzülüyor ancak suyu paylaştırmıyor, kimseyi öldürecek şekilde vurmak istemiyor ancak Osman’ın elinden silahı da almıyor. Bu durumda köylülerin bir sahnede Hasan’dan yardım istemeyi tartışırken söyledikleri, “zalime boyun eğen de zalimdir” sözü aklımıza geliyor.
Kırsal emek, feodalitenin henüz çözülmediği, yani köylünün topraksız olduğu bölgelerde geçen hikayelerde (örn. Yaşar Kemal romanları) genellikle büyük ağa-maraba ilişkisi üzerinden incelenirken; Susuz Yaz bağlamında durum bu değil, çünkü cumhuriyet mütareke kanunuyla birlikte göç eden Rumların topraklarını Türk köylüsüne paylaştırdığında Ege’nin bazı noktalarında feodaliteyi gerçekten de çözmüştü. Hikayenin geçtiği Bademler köyü de Ziya Gökalp’in köy tasniflerinde “ağasız köy” yani “ahali köyü” diye tarif ettiği toplumsal yapıya uygun, yani üretim ilişkilerinin tek bir elde toplanmadığı, “dağınık” olduğu bir köydü. Cumalı’nın da hikayesinde yazdığı, ancak filme aktarılması tercih edilmemiş, meselenin toplumsal altyapısı açısından çok önemli bir meseleydi aslında bu: Mahkemede dava görülürken, hem suyun çıktığı bölgenin hem de aşağı taraftaki birkaç evin üzerine kurulduğu arazilerin, yıllar öncesinde bir Rum ailesine ait olduğu, bu ailenin suyu kendi bostanları arasında paylaştırarak çiftçilik yaptığı anlaşılıyordu. Bu da aslında bizi mülkiyet kavramının Türkiye’deki hikayesine dair başka sorular sormaya yöneltiyor: Acaba Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıldığı, akabinde pek çok gayrimüslim ve gayri Türk etnisitenin bu topraklardan gittiği süreçten, birileri diğerlerinden daha kârlı çıkmış olabilir miydi? Bazı Türkler geride bırakılan malların üzerine basarak yükselirken, bazıları oldukları yerde saymış mıydı?
Susuzluk ve Kadınsızlık: Bahar Karakteri Üzerinden Mülkiyet Okuması
Filmde (ve hikayede) suyun mülkiyetiyle paralel giden, bir o kadar önemli başka bir mesele daha var: Kadınsızlık. Toprağa sahip olan Osman, suyu da kendi tekelinde topladığında aslında yörenin bütün “doğurganlığından” (İngilizcede fertility kelimesi, kadınların ve toprağın bereketini ifade ederken eş sesli olarak kullanılır) faydalanır duruma gelir. Ancak Osman’ın karısı, hikayenin başlangıcından kısa bir süre önce vefat etmiş, Osman’ı kadınsız bırakmıştır. Buna karşın Hasan’ın yeni eşi Bahar, genç ve güzel bir kadın olarak evlerinde gezinir; evin erkekleriyle bostanlıkta birlikte çalışır. Tarlada yorulan Hasan’ın omuzlarını ovalar, akşamları yemek hazırlar, geceleri de yatağına girip gürültülü biçimde sevişir.
Hasan’ı hapse soktuktan sonra Osman, Bahar’a sahip olma hayallerine de ulaşmak için her yolu dener, en sonunda başarılı da olur. Ekinlerin kuraklığını çözmek için suyu zapt eden Osman, işgalciliğinde sınır tanımamış, kendi bedensel susuzluğunu çözmek için de Bahar’ı zapt etmiştir. Su ve kadın imgesi paraleldir. İkisi de kurak ve yoksul bir coğrafyada erişilmesi zor ve kıymetlidir, lükstür. Bereketi, verimi temsil eder.
Filmde bir korkuluk vardır. Bahar’ın, Hasan’ın öldüğünü zannedip Osman’a teslim olduğu ana kadar bu korkuluk üzerinde Osman’ın atış talimi yaptığını, ona aşağılayıcı bakışlar attığını, hatta Bahar’ın giydiği yazmalardan birini ona geçirdiğini görürüz. Bahar’ın teslimiyetinden sonra ise artık korkuluğu görmeyiz. Yani Bahar artık bir insan olmaktan çıkarılmış, nesneleştirilmiş, Osman’ın hayatındaki o korkuluğa dönüştürülmüştür: İstediği işleri yapacak, istediği zaman cinsel olarak onu tatmin edecek ve onun otoritesini sorgulamayacak bir kukla.
Mülkiyet ve Devlet
Susuz Yaz’da devlet, mülkiyet ilişkilerini koruyan, sert bir ideolojik aygıt olarak karşımıza çıkar. Osman’ın kendi arazisinden çıkan suyu köylüyle paylaşmak istememesi karşısında mahkemenin verdiği karar, suyun onun arazisinden çıktığı gerekçesiyle onu haklı bulur. Oysa bu karar yalnızca köylülerin aç kalmasına, tarlaların kuruyup yanmasına ve çatışmanın büyümesine yol açmaktadır. Devlet burada, yaşam hakkı gibi temel bir meseleyi mülkiyet hakkının daha aşağısına koymaktadır. Adalet, suyu elinde tutanın lehine çalışmaktadır.
Bu çarpıklık, Hasan’ın hapishanede tanıştığı yaşlı mahkûm Kemal karakteriyle daha da netleşir. Kemal, filmde açıkça söylenmese de muhtemelen politik suçludur; Hasan’ın hikayesini dinlediğinde sorunu suyun mülkiyeti olarak tespit etmiş, çözümü ise “bütün Osman gibilerin elinden bütün suları almak” olarak bulmuştur. Nitekim genel af kanunu çıktığında Kemal tahliye edilmez, Hasan ise cinayet suçunu üstlendiği halde tahliye edilir. Bu fark, devletin neyi suç saydığını ve kime ne zaman “merhamet” göstereceğini belirlerken hangi ölçütleri kullandığını gösterir.
Kültürün Müzeleştirilmesi: Susuz Yaz ve Urla
Susuz Yaz’da gördüğümüz Urla, çoğu açıdan bugünkü halinden epey farklıdır: Ne butik kahveciler vardır, ne yeni nesil restoranlar. Filmdeki Urla, yolları çamurdan, evleri sıvadan ibaret, suya ve kadına erişimin bir çatışma sebebi olduğu, yaşamın sert ve çıplak yaşandığı bir taşradır. Bugün ise Urla, özellikle İstanbul ve Ankara’dan gelen üst sınıf yatırımcılar için bir iş pazarıdır: “Doğal” ve “yerli” olanın vitrinde sergilenerek bir tüketim malzemesi haline getirildiği, yoksulluğun ise yalnızca eski fotoğraflarda kaldığı bir tatil cenneti.
Mark Fisher, “Kapitalist Gerçekçilik” isimli kitabında kültürün müzeleştirilmesinden söz ederken tam da bu dönüşümü anlatır: Geçmişin ve yerelin kültürü, artık yaşayan bir zaman değil; hissedilmesi, tüketilmesi gereken bir nesneye dönüşür. Yani Susuz Yaz’daki Bademler köyü, bugün “organik köy pazarı” olarak markalaşır; filmdeki tarlalar, artık drone ile fotoğraflanan gayrimenkul parçalarıdır. Beyaz sıvalı, mavi pervazlı evler ve zeytinlikler yaşamın organik birer parçası olmaktan çıkıp, pazarlanan metalar haline gelmiştir.
Kültürün müzeleştirilmesi, aynı zamanda gerçeklikten bir kaçışı ifade eder: Bugün zeytin festivalleri ve restore edilen taş evlerin arkasındaki Urla’da bir zamanlar yaşanmış olan sınıfsal çelişkiler, çatışmalar, yoksulluk ve mülksüzlük yokmuş gibi davranılır. Oysa o Urla bazıları için hâlâ bir yerlerde yaşıyor olabilir. Belki de kışın kesilen elektrik hatlarında, doğalgaz bağlanmayan evlerde, merkezden biraz uzakta bir köyde, ya da belki de su borularının döşenmediği bir arsa kenarında…
Susuz Yaz’ı bugün yeniden düşünmek, yalnızca kült bir sinema yapıtını izlemek değil; bugünkü Urla’nın, ve hatta bütün bir kıyı Akdeniz hattının neyin üstüne inşa edildiğini sorgulamaktır. Bunu gerçekten yapabildiğimizde daha net görebiliriz: 80’lerde Özal’la başlayan, 90’ların sonunda sosyalist blokun çöküşüyle ivme kazanan ve tüm dünyayı saran neoliberal dalga, bugün kıyılarımıza birbiri ardına oteller, marina projeleri ve lüks siteler inşa edilmesine zemin hazırlayarak buralardaki kültürü önce soylulaştırdı, ardından da yok etti. Bir dahaki sefere buralarda yürürken; tatilinizin, denizin ve güneşin tadını çıkarırken bunu düşünün. Bütün otellerin ve lüks restoranların dışında, bir zamanlar burada yaşayan bir halk vardı.
Urla’nın ve İzmir’in Batı yarımadasının bütün kurak topraklarında dövüşen Mine Bademci’lere, Necati Vardar’lara, Börklüce Mustafa’lara saygıyla…