Kötü Şiir Fetişisti

Erdem Yılmaz

Gertrude ile tanıştığımda şimdi olduğu gibi kamburunu çıkararak yürümüyordu. Tabii o zamanlar kendisine Gertrude da demiyorduk. Muharrem, Hayrullah gibi bu coğrafyada kimilerince komik sayılabilecek bir ismi yoktu. Lütfen yanlış anlamayın, bizden yöne bakması için “Hişt, hey, baksana, oradaki,” ve benzeri sesler çıkartmak dışında hiçbir şekilde seslenmediğimiz, pek iyi olmayan bir öykücünün son öyküsünden fırlamış gibi duran birisi hiç değildi.

Bir gün nüfus dairesine işi düşmüştü ve nasıl olduysa ben de yanında gitmiştim. Bunu o mu teklif etmişti yoksa orada bulunmama göz mü yummuştu anımsayamıyorum. Sırada beklerken kimliğini çıkarmış ve parmaklarının arasında döndürmüştü. Sıkılıp durduğu sırada göz ucuyla ama göz ucuyla baktığımı kesinlikle fark edeceği ve rahatsız olursa kimliğini hemen saklayabileceği kadar göz ucuyla baktım. İsminin Semih olduğu yazıyordu. Oysa hoca yoklama yaparken “Sadullah,” dediğinde hep o el kaldırır ve kendisine “Sado,” denmesini isterdi.

Bunun sebebini o an soramadım. O andan sonra da. Onu kızdırmaktan korktum. Şöyle boğuşmalı, yumruklu, tekmeli olanından bir kavga etsek ki zaten iki kez etmiştik; döverdi beni ki zaten iki kere dövmüştü. Belki Semih gibi dursa karşımda bir şansım olurdu fakat Sado iken sırtını yere getirmemin imkânı yoktu.

Onu tanıdığımdan beri kötü romanlar yazıyordu. Her hafta önüme bir tomar kâğıt fırlatıp, oku bunları, diyordu. İşini kaybetmek isteyen bir editör gibi metnin başından, ortasından ve sonundan birkaç sayfa karıştırıp kaldırıyordum. Konuyu kavramam için yetiyordu.

Bazen tuzak sorular soruyordu. Atlatabildiğim kadarına yakalanıyordum. Sinirlenip “Hayt, höyt,” diyerek üzerime yürüyordu. Evet, şimdi olmasa da o zamanlar “Hayt, höyt,” diyordu. Bir cuma günü, yoklama alınırken hoca “Alparslan,” der demez elimi kaldırdım. Alparslan ses edecek oldu ama kaşlarımı çattım, kesti.

Sado’ya “Roman getirme artık lan,” dedim. “Lan,” dışında pek bir şey bilmiyordum o zamanlar. Mağara sesleri çıkarsın, üzerime yürüsün hatta vurmaya kalksın da göstereyim boyunun ölçüsünü istedim fakat elini omzuma koyup “Canım dostum,” dedi. “Bu konuşma biçimi bize bir şey katmaz,”

“Noluyor lan,” diyerek hocanın yanına gittim. Yoklama defterini istedim. Cüretimi sorguladı. Odasına nasıl izinsiz girermişim.  Biraz itişip kakışmanın ardından aldım defteri. Kurcalayacakken enseme vurdu çantasıyla. Defteri kenara koyup bir güzel patakladım onu orada.

Nefeslendikten sonra defteri açtım. Sado gelmemişti bugün. Semih’in adı listede yoktu zaten. Ben yeni bir isim almaya o kadar dikkat kesilmişim ki Gertrude’u görmemişim.

Yerde emekleyerek dişlerini toplamaya çalışan hoca “Atılacaksın okuldan,” dedi. Atıldım. Babam bunu duyunca karşısına alıp iki saat dokuz dakika boyunca konuşmadan azarladı ve en sonunda eğilip öptü alnımdan. Özür dileyip buz getirmeye gitti.

İstemememe rağmen bir kıyı şehrinde, özel bir üniversitenin dört yıllık herhangi bir bölümüne yüzde yirmi beş bursla kaydettirildim. Ama yalan yok, yine de ilk yoklama günü bir heyecan basmadı değil. Berk, Selim, Defne, Can… derken gömdüm kafamı sıraya. Hiçbir ada talip olmadım. Bunların hepsi ana kuzusuydu.

Her sabah kötü bir öykü yazıp köpeğe kemik fırlatır gibi önlerine fırlatıyordum. Gerçekten kötü yazıyordum ama onlar her sayfayı acemi bir ressamın eskiz defterinden alınmış gibi gösterecek kadar karalayıp övgüler diziyor, notlar alıyor ve onlara göre muhteşem olan bu metinleri kendileriyle paylaştığım için bana binlerce kez teşekkür ediyorlardı.

Hal böyle olunca daha da kötü yazmayı denedim. Daha da ayılıp bayıldılar. Sorunun bende olduğunu düşünüp iyi yazmaya çalıştım, Nobel’de tanıdıkları olduğundan bahsettiler. Ben zaten on seneye alırmışım ödülü fakat onlar devreye girerse iki senede bitermiş bu iş.

Bir gün ne olduğunu anlayamamışken bir bara götürdüler beni. Dokuz şişe bira istemiştim ve ilkinden sonraki her şişeyi bilinçli olarak yere fırlatmıştım. Garson hepsini anlayışla karşılamıştı. Garsonun bizim sınıftaki Yeliz, barın sahibininse Sercan’ın babası olduğunu söylemişlerdi.

Tüm bunlara rağmen ümidimi tüketmiyordum. Başaracağıma dair inancım kuvvetliydi. Yeni bir öykü yazmak için boş a4 sayfaları aranırken Sado’dan kalan, Sado’nun harbiden Sado iken yazdığı romanlardan birine denk geldim. Nasıl olduysa imha etmemişim. Ertesi gün onu fırlattım bizimkilerin önüne. Daha fazla sayıda kâğıt görünce kendilerinden geçtiler başta. Kudurmuş bir köpek gibi saldırdılar dosyaya fakat on dakika olmadan hepsi kusmaya başladı.

Bir köşeye geçip ağladım. Hıçkırıklarım kesilmemişken Sado’yu aradım. “Efendim kıymetli dostum,” diyerek açtı telefonu.

“Sado,” dedim. “Lan parasını ben vereceğim, Allah için gel lan bu okula. Ben senin kadar iyi bir kötü değilim.”

“Ah, canım dostum…” deyip birkaç saniyeliğine sustu. “Lütfen bana Gertrude, de.”

“Önemi yok lan, Gertrude olsan da olur. Yeter ki gel,”

Gülmeye başladı fakat alaycı bir gülüştü bu. Teklifimi reddedeceğini anladım.

“Sen tanıdığım en büyük orospu çocuğusun!”

“Şu an çok sinirlisin dostum, ne dediğini bilmiyorsun. Bu konuşma hiç yaşanmamış gibi davranıp başka bir zamanda tekrar konuşalım.” diyerek kapadı telefonu.

Damarlarında zenci kanı dolaşan bir beyaz gibi hissediyor ve atalarıma layık olamadığım için kendimden utanıyordum. Birini, birkaçını öldürsem, diye düşündüm. Meyve bıçağı iyi bir yardımcı olurdu. O kadar ölümcül değildi. Kan kaybından gitmeden önce saatlerce kıvranırlardı önümde.

Burak’ı kestirdim gözüme. Önce onu sonra yakalayabildiğim kim var kim yok kesecektim ama bıçağı çıkardığım gibi Merve, Kaan, Efe ve tabii ki Burak aynı ağızdan bağırdı: “Ne olur zarar verme kendine, değmez!”

Jeton bende o vakit düştü. Parmaklarımı bıçağın çevresine dolayıp sıktım kendimi. Yumruğum ufaldıkça yere düşen kırmızı taneler sıklaştı. Sınıftakiler üzerime çullanıp bıçağı benden uzağa götürdüler, elimi sardılar. Ağlayanlar bile vardı aralarında.

Her sabah yeni bir sargıyla geldim okula ve aynı tantana durmadan yaşandı. Sigaraya başladım. Artık biraları yere dökmeyip içiyordum. Diş fırçalamayı bıraktım. Öykülerime bayılıyorlardı, yazmaktan bir anda vazgeçmem mümkün olmasa da masamdan hayli uzaklaştım. Bir de başlıklar vardı tabii. Metinle alakalı olmasa da bulduğum başlıkların kulağa hoş geldiğini söylüyorlardı. Sıra onlara da gelecekti.

En Yeniler

Elbiseler, Cinayet ve İktidar: Jean Genet’nin Hizmetçiler’i

Yazar: Özgür Özer Cumartesi akşamı Moda Sahnesi’nde prömiyerini yapan Jean...

Çifte Mendille

dünyayı harabe haline getirmeye paydos küçük şeyler için terleme bu...

Zaman-Taş Diyalektiği: Maximus Şiirleri’nde Gloucester’ın Çoklu Katmanlarının Fragmanter Hafızası Parçalı Not(a)lar

İnceleyen: Kadir Tepe I. NOT(A) Gloucester’ın taşları, tarihsel monolit değil, insanlığın...

Kendi Katedralinde Yaşayacaksın

Zöe Skoulding Çeviren: Esra Asar Kum katedrali, köklerin arasından gevşeyen, Ya da...

Patriyarkanın Çatırdayan Duvarları: “Kutsal İncirin Tohumu”

İnceleyen: Şura Aykan İranlı yönetmen Mohammad Rasoulof’un Cannes Film Festivali’nde...

Bellek, Kayıp ve Yas Üzerine: Elmalar

İnceleyen: Dilek Işık “Yas ve Melankoli” başlıklı makalesinde Freud, yas...

Benzer İçerikler

Çifte Mendille

dünyayı harabe haline getirmeye paydos küçük şeyler için terleme bu yüzden farzet ki fırına sürülmeden ekmek nasıl bakarsa hamurken senin yüzüne sen de karanlığa karış, ötekilere özenme kelimeleri açsak cam...

Bugün Arjantin’in Maçı Var

Erdem Yılmaz Buluşma vaktinden yarım saat kadar önce gidiyor Kadıköy’deki kafeye. Hava durumunda yazdığına göre gün boyu güneşli, o yüzden bahçedeki masalardan birine oturuyor. Yan...

Bir Cin Mürüvveti ve Yazınınızın Yaşayan En Güzel Yazarı

Tarık Tekoğul                       Kitabul Havas Yasaklanan Reklam Filmi Gözlerinizi yumun ve gördüğünüz düşün tadını çıkarmaya koyulun. Derin kat, 14. AntiRıdvan, 8. Kazanın mahir mühendisleri tarafından üretildi, neden...