Hey! Diyen Bir Şairin Kırılgan ve Canlı Söylemi: Serdar Solkun’la Şiir Üzerine

Söyleşi: Azimet Avcu

Serdar Solkun’un şiiri, okurla kurduğu samimi ve çoğu zaman çarpıcı ilişkiyle dikkat çekiyor. Sözcüklerin biçimle, sesin duyuyla kesiştiği bir şiir anlayışıyla yazıyor; her şiirinde hem bireysel hem toplumsal olanın izini sürüyor. Merhabayı Birinde Denedim Düştü Kırıldı başlıklı ilk kitabı, gündelik dilin içinde gizli kalan ritimleri, ünlemleri ve kırılganlıkları şiire taşıyor. Bu söyleşi, Solkun’un şiire yaklaşımını, yazı sürecini ve şiirle kurduğu içten bağı yakından görmek isteyenler için bir durak niteliğinde.

  1. Kitabınızın ismi hem kırılgan hem de oyunbaz bir tınıya sahip. “Merhabayı birinde denedim düştü kırıldı” ifadesi nasıl oluştu, kitap bütünlüğüyle nasıl örtüşüyor?

Aslında kitabın ilk adı “Hey”di. Bu aynı zamanda kitapta bir şiirin adıydı. Sonra da bu doğrudanlığı kırmak istedim. Hem “Hey” olacaktı benim için hem de bunu dediğin gibi okura bir merak alanı olacaktı. Dizeyi araması bir ikilik yaratacaktı. Bir ilişki: merhaba! Aslında buradaki “merhaba” benim merhabam değil. Herkesin herkese merhabası. Hem tınlamak hem de dinlenmek istemek. Telli bir şiirinde “burdayım sözümde” diyor. Kırılganlık mı bilmem ama “burdayım” dediğimizde hiç duyulmaması tuhaf geliyor bana. “merhabayı birinde denedim düştü kırıldı” dizesinden önceki dize çok belirleyici aslında “sıradan bir konuşma için hazırım” diyor şiirin benkişisi. Birbirimize mesafemiz talan edilmiş durumda. Söylediğimize kulak yok. O zaman ister bir çığlık ister bir bağırtı ister kısık bir sesle HEY! Sait’in dediği gibi “nereden gelirse gelsin, yeter ki bir hişt sesi gelsin, gelmedi mi fena!” bir ilişki başlasın, konuşalım ya da birlikte susabiliriz, birlikte.  Seyhan Erözçelik’in Jestlerin Ölümü şiirinde dediği gibi “Oysaki, insanların birbirine ihtiyacı var. /Yoksa niye toplu halde yaşasınlar.” Tüm bu inceliksizliğe, özensizliğe, jestsizliğe inat “merhaba”.

  1. Şiirlerinizde “hey!”, “hü!”, “ah!” gibi ünlemler ve seslenişler önemli yer tutuyor. Bu sesleri şiirin ritmine dâhil etme ihtiyacı sizde nasıl oluştu?

Bende şiir biraz anla geliyor. Her anın bir görüntüsü, bir sesi var bence. O anda doğan bir durum, bir çatışma o sesi içinde potansiyel olarak barındırıyor. Yazma eylemiyle beraber o ses de kendini dayatıyor. Bunu çok bilerek yapmıyorum. İrticalen oluyor. Sanki sözcüklerle o yükü anlatamıyorum da- ki bu da mümkün- o sesler o durumu, arzuyu, yetişememeyi karşılıyor. Tabii bir kürsü istiyor mu bu metinler bilemem. İçten içe “hey” devam ediyor gibi. Şiirin ritmine dahil etme kendiliğinden oluyor. Şair dostum İlkay Şahin buna benim için şöyle demişti: “senin şiirinin gelişi güzel.” (gülme) Aramak değil de yazarken bulmak.

  1. “Bir iç sesimiz var, işte o zaman konuşuruz” diyorsunuz. Şiir sizin için bir iç konuşma mı, yoksa duyulmak istenen bir sesleniş mi?

Elbette her şairin kendine has bir şiir tanımı vardır. Şiir menkul bir şey. Kendine nakledilmiş yani. Şiirin neliğine dair düşününce şöyle bir şey geçiyor aklımdan: şiir, dışların içler çarpımı. Dışarıda olurken içerilerde çarpılması. Bir duyuş hali. O bir saat gibi tıklayan. Nabız belki de. Atıp durur şiir. Necatigil’in “kimi de gün içinde yanıma sokulur” dediği şey. Bir kendinle kendin arasında konuşman. En samimi ve kaçamadığın durum: iç ses. Aslında hem bir iç konuşma hem de bununla seslenmek birine. Galiba ses bende bir mesele. Sen sordukça kendim de buluyorum. Sayende bir tutarlılık yakalıyorum. Oh ne iyi. Varlıkla diğer varlıklar arasında, yaşamla ölüm arasında bir dirim/ses. Canlılık. Hep şunu düşünmüşümdür birine “hişt” dediğinizde aslında siz de orada kılınıyorsunuz dönüp bir tepki verirse ne ala. Yine başladı ilişki.

  1. Sayfa yerleşimleri, satır kırılmaları, düşey yazımlar şiirlerin biçimini neredeyse grafik bir yapıya dönüştürüyor. Bu görsel tercihler yazım sürecinde mi oluşuyor, sonradan mı belirleniyor?

Önce bir ilk çıkış hali oluyor. Sonra biçimle yapı iç içe çalışmaya başlıyor. Wittgenstein “Biçim, yapının olanağıdır.” diyor. Biçimle yapı birbirlerini belirliyorlar. O biçimin o yapıyı daha iyi kuracağını düşünüyorum. Sonradan çalışırken oluyor bu tabii. Demiştim ya bir “an” sesle ve görüntüyle deşile deşile, sesin sese eklenmesiyle nereye doğru sürüklerse bazen oraya doğru uğratılarak akışında debisiyle yazılıyor. Bununla ilgili eleştiri de alıyorum. Sözcüklerle oynadığıma dair. Bu vesileyle anlatmış olayım. Aslında oynamıyorum. Bende öyle beliriyor. Kimisine göre tıkızlaşıyor olabilir. Mekanikleşiyor belki, bilmiyorum. Ben elbet biri okusun diye yazıyorum o metni ama o beğeniyle uğraşmıyorum. O öyle doğuyor içimden. K’arar şiirini mesela ilk yazdığımda o biçimi sonrasında gördüm ayan oldu yani😊 şeklini sonrasında dayattı şiir. Buna direnç göstermiyorum. Şiir seçiyor biraz bunu.

  1. “gagalamak”, “ufunet”, “varsıl” gibi şiir başlıklarında yer alan sözcükler hem tanıdık hem de tuhaf. Bu kelimeleri seçerken sezgisel mi, kavramsal mı hareket ediyorsunuz?

Tuhaf😊 bence de. Tuhaf “hediye” demek Arapçada. Hediye öyle bir şey ya birden karşımıza çıkan, beklenmedik. Bu başlıklar da biraz öyle sanırım. Sorularının tümüne neredeyse ikisi de diyeceğim. Şiire başlık koymak benim için bir zul. Enver Ercan’a şiirlerimi ilk atığımda (2006) şiirlerin başlıkları yoktu. O kadar farkında değilim meselenin. O da sormuştu doğal olarak “Neden bunların başlıkları yok?” diye. Sanki başlık koyunca statikleşecek ve donacak. Katılaşacak. Mıhlanacak bir kerede. Sonra bunlara başlık koymamı istedi. O günden beri başlık atarım. Bu başlıkları önceden düşünmüyorum. Onu en devingen hale nasıl getiririm diye düşünüyorum. Bir titizlik değil de o biricikliğini taşısın istiyorum. Adımız gibi ondan da bir tane olsun. Tabii şunu geçmeyelim içerik belirliyor aslında her şeyi. Ben metni bitirdikten sonra başlık koyanlardanım. Başlığın da şiiri varlık olarak tamamlayacak bir şey. Başlığı koyarken metnin göndermesine uygun olarak o metni en doğurgan hale nasıl getiririm onu düşünüyorum. Bu ister istemez hem kavramsal hem sezgisel bir şey. Sezgilerimiz bilincimizden yoksun bir şey değil. Deneyimle esas. İçime sinen bir şey bulana kadar da bekliyorum. Buradan bir arka plan da vereyim mesela kitaptaki “Gagalamak” şiirinin bir ismi daha var benim için “Günkakan”. Uzun süre bekledim karar vermek zor oldu. Hatta kitap ismi olarak bile listelemiştim. Edebiyat tarihine not düşelim😊

  1. Kitapta yer yer ironiyle karışan bir hüzün hissi var. Acıyı alaya almak ya da hafifletmek sizin şiirinizde nasıl bir işleve sahip?

Böyle bir yorum ilk defa alıyorum. Bu yüzden üzerine düşündüğüm bir şey değil. Kendim de alaycı biriyim. Takılmayı severim. Onun yansıması olabilir. Bir de psikolojik olarak katlanmanın bir yolu ironiyle ele almak. Hayatın bir gerçeği var, genelde sanat özelde şiir bu gerçekliği yeniden kurmak için bir olanak. Bir duygudaşlık yakalayarak yalnız olmadığımızın altını çizmek. İroni bir örtme aracı tül gibi. Görünüyor ama flu. Dolaylama. Tersinden bakmayı önerme. Buna tabii ki hafifletmek denebilir. Dayanmak için etkisini azaltmak. Bir de kabul edilebilir hale geliyor o gerçek o zaman. Susmak da istemediğin için bir idealle çağırıyorsun onu yanına. Şiir vesile oluyor.

  1. Ahmet Atakan’a adanmış “yaşasın” şiiriyle birlikte, “bi’ gezi geleceğim” gibi şiirlerde toplumsal belleğe doğrudan dokunuyorsunuz. Şiirin politikayla kurduğu ilişkiye nasıl bakıyorsunuz?

Ben yaşamadığım bir şeyi yazmıyorum. Benim için bir mesele olacak. Benim başımdan geçmiş olması gerekmiyor illa ki. Onun üzerine düşünmüş olmak. Şair de yaşadığı zamana tanıklık eden kişi. Toplumun içinde biri. Onlardan uzakta bir yerde değil. Gözü kapalı da değil. Madem dışların içler çarpımı. Dışarıda ne olduğu içeriyi çok ilgilendiriyor. En azından benim için. Her şey politik sonuçta. Sınırlarımız ve bunların ihlali. Bak yine tuhaf bir şey geldi aklıma. Kitapta “Ürk” şiirinin içinde “çocukların namlusu buruk silahlar gibi ateşsizliği” dizesini bir veli toplantısı çıkışında yazmıştım. Herkes herkese el pençeydi iyi anlamda söylemiyorum. Yaşamın her alanındaki iktidar ilişkilerinden bahsediyorum. Çocukların potansiyellerini görüp ona uygun bir mecra bulamamaları, eğitim sisteminin genel sorunları, velinin buna dair çaresizliği, öğretmenin yılgınlığı ve daha bir sürü şey. İşte bu şiire girmeli. Kendi sesi kadar, biri bile okusa şiiri üstüne konuşacağımız alan açılmış olacak. Bir anlamı olacak. Befo Berardi’nin bir sözü var çok seviyorum: “Anlam bir mevcudiyet değil deneyimdir.” deneyimlerimiz eylemlerimiz. Bu anlamlı olan.

  1. Şiirlerinizde kent sık sık sahneye çıkıyor: metrolar, pazar yerleri, balkonlar, merdivenler… Bu şehir imgeleri sizin şiirinizin atmosferini nasıl kuruyor?

Ben bir kentliyim. Kentliyim derken köken olarak da bir köyümüz bir kasabamız yok. Ben şehirde büyüdüm. Yaşadığım merkez dışındaki en uzak yer Erzincan. Orası da deprem sonrası çok iyi kentleşen bir şehir. Dolayısıyla yine şiirden gideceksek “sadığım incelediğim bütün caddelere”. Benim uzamım şehir ister istemez. Artalanım. “Metroların birden boşalmasına bayılıyorum” bu yüzden. İnsan yaşadığı yere benzer’e de inanırım. Kent aslında birçok şeyle de karşıt taşra, doğa, varsıllık-yoksulluk, yoksunluk. Bu ikilikler ister istemez doğurgan. Bu yüzden “var böyle sokaklar kimse yok”. Çok yürürüm. Araba kullanmayı bilmem. Toplu taşımayı kullanıyorum. İşte Tekrar tekrar iniyorum, kurtluğum tutuyor”. Kaotik yapı beni cezbediyor.

  1. Bazı şiirler kişisel ithaflar taşıyor — çocuklara, arkadaşlara, anneye… Kendi hayatınızı şiire dâhil ederken özel olanla kamusal olan arasındaki sınırı nasıl belirliyorsunuz?

Bu şiir için çok düşündüğüm bir şey. Kimi şair bir konuyu, bir kavramı deşiyor mesela. Yaşantısında olmayan bir şeyi yazabiliyor. Şu an ben buna çok uzağım. Şimdiye kadar uzaktım da diyebilirim. Yazdığımın çok kişisel algılanması, benim iç dökümüm gibi anlaşılması şiir için bir sorun. Eğer böyleyse buna çalışmalıyım. Ama benden doğup tikel bir yerden kendi havasını yaratan tümel bir yapıya çıkıyorsa herkesçe kabul edilen bir nesneye dönüşüyorsa ne ala. Uğraştığım bir şey bu.

“Şemsiyeler ve Kalemler” şiirimden örnek vereyim herkes mutlaka şemsiye kaybetmiştir ya da onun olmayan bir şemsiyeyle bir yağmuru katetmiştir ama bu benim şemsiye ya da kalemi nasıl kaybettiğim meselesi. Bunu şiirin neliğinden -en azından kendimce- uzaklaşmadan anlatmanın bir yolunu bulmak. Benden hareketle benim kadar değil ama. Ben yaşıyorum ama bize (de) oluyor.

  1. “beş vakit” gibi şiirlerde zamanın geçişi hem lirik hem anlatımsal biçimde veriliyor. Günlük zaman dilimlerini şiirsel forma dönüştürmek sizin için nasıl bir yazım pratiği?

“beş vakit” şiiri çok uzun zamanda yazıldı. O yıllarda Beyoğlu’nda yaşıyordum. Orada günün her saatini gördüm. Sabahın sektiği saatleri, gecenin sıkılıp kalmasını, ikindinin pineklemesini, öğlenin beklemesini, akşamın yorgun düşmüş kollarını vb. Zamanla zemin aynı kökten geliyorlar. Her “zaman” bir “zemin”de var olabilir ancak. Uzayda zemin olmadığı için zaman yok. Bizdeki bilinçle de zamana bakıyoruz içinden geçiyoruz ve o da içimizden geçiyor. Uzamımız zaman. Biz zamanın terlettiği çocuklarız. Bunu anlamamak bana çok doğal geliyor. O geçicilik bir insan için çok hazin. Ama yazarak anlamaya çalışıyorum galiba. Anlayamadan da öleceğiz. Denemek güzel. Süreya Berfe’nin dediği gibi “yavaş yavaş bilemiyorum”.

  1. Kitabın hazırlık sürecinde şiirlerinizin ilk hâliyle son hâli arasında biçim ya da duygu açısından belirgin dönüşümler oldu mu?

Kitabın en az 20 yılı kapsadığını söyleyebilirim. Kitapsız ölecektim. Derdim bir kitabımın olması değildi. Baktım böyle olunca uçup gitmiyor metinler. O metin arkandan gelecektir bozarak söylersem. İlk şiirlerim 2006’da Yasak Meyve’de Şairin Genci’nde yayımlandı. Küçük bir biyografiyle. Ondan sonra da şiir yayımlattım. Ama kitap başka bir şeymiş. Ben şiirlerime çok zor ikna olan biriyim. Biriydim. Hep yakınlarıma yazınca gösterirdim ve bu yazım süreci bazı şiirler için yıllarca sürüyordu. Dolayısıyla formuna hep çalışırdım. Bu sefer de bitmiş olmasına karar veremezdim. Bu konuda biraz daha esnediğimi söyleyebilirim. Soruna gelirsem evet ilk haliyle son hali arasında çok değişiklik oluyor benim şiirlerimde. Ama bir özütü, bir tohumu varsa metnin o çıkarıp eklemelerde beslenen bir şeye dönüşüyor. Dosyayı Seyhan Erözçelik İlk Şiir Atı Ödülüne gönderirken tüm şiirleri baştan aşağı düzenledim. Yeniden kurdum. Şiirleri nasıl birbirinin ardına sıralayacağıma çalıştım. Bu konuda bana sevgili İlkay Şahin çok destek oldu. Bazı şiirleri çıkardım mesela dosyadan. Atmayı o zaman öğrendim. Kitabı da şiir gibi kurdum diyebilirim. Bir şiir seçkisi gibi görünüyordu. Son hali çok başka bir noktaya geldi. Son hali içime çok sindi. Gönderdik ödülle karşılık buldu. Sonra da senle kitaplaştı o süreci biliyorsun yakından.

  1. Kitap yayımlandıktan sonra size ulaşan yorumlardan sizi en çok etkileyen ya da şaşırtan bir geri dönüş oldu mu?

Oldu. Evet şunu çok duydum. Bir çırpıda okudum. Bu mesela düşündürdü beni. Tüketildi gibi mi? Bir çırpıda! Bunu sordum tabii sonra. Şöyle diyenler oldu yani hepsi birbirine bağlıydı, kopamadım. Seninle konuştum sanki.  O yüzden şiir sihir diye değil şiir seyir diye. Yani 2o yıllık seyir. İşlemiş. Hüseyin Peker Patika Dergisinin 126. Sayısında “Yeni Kitaplar Arasında” bölümünde sağ olsun yer vermiş. Şöyle demiş: “Çağrışımın bir ucuna daha açık, oldukça özgün. Serdar Solkun bunu sürekli deniyor. Özgün söylem peşinde. Bunun bir ucunun ortaya kendine özgü bir şiir konulmasına dayandırıldığını söyleyebiliriz. Okundukça kendini büyüten bir şair.” Özgün söylem. Bunu ben diyemem ama buna yaklaştıysam ne ala. Bunu zaman gösterecek.

Son olarak da “merhaba, hey” deyişim bir geri dönüş olarak çok kullanıldı. Yani sesime ses verdiler. Hey şiirinde “hey de denebilir bir buluşmaya, hey!” dizesi var. Bunun bir çeşit selamlaşma olarak kullanılması çok hoşuma gitti. Kitabı paylaşanlar bu seslenişle paylaştılar. Bu yüzden başta okuyup fikrini söyleyen, değer katan, paylaşan, çoğaltan herkese ve özelde bu güzel sorular için Banliyosanat’a, sana çok teşekkürler. Ve tabii ki: Hey!

En Yeniler

Sözün Ateşle Yazıldığı: Suriyeli Şair Adonis

Firuze Tekbülé Arap edebiyatının modernist yanını temsil eden Adonis, yalnızca...

Babannem ve Beyblade – Hasan Ay

Bir insan keşiş değilse neden Everest’e tırmanır hiç anlamadım....

Hipertekst Bağlamında Şiirsel Bir Müdahale: Seyhan Erözçelik’in Geyikli Gece Yorumu

İnceleyen:Dilek Işık Hipertekst, bir metnin başka metinlerle çok katmanlı ilişkiler...

Keşfedilecek Bir Hayat Bu Paylaştığımız Bilinmezlerle Dolu Gizemli Silsile Ve Ben De Korkuyorum En Az Senin Kadar – Beste Kaynar

      gelecek önümde bilinmeyen dalgalar ve bana yabancı sular. tanımaya çalıştığım taşlı...

Evrenden İçe, İçten Evrene Ezgiler: Abdullah Kaymak

Ozan R. Kartal     İstanbul’un tarihî bir avlusunda, günün son ışıklarının...

Kültürün Hafızası Kapalı: Taha Toros Arşivine Neden Erişilemiyor?

Taha Toros’un adı, yalnızca Adana’nın kültürel belleğinde değil, Türkiye’nin...

Benzer İçerikler

Üveys Ülker ile Söyleşi: Deyişbilim üzerine…

Hazırlayan: Ozan R. Kartal     Deyişbilim ilk kitabınız, yayım süreci nasıl gerçekleşti, bir “ozan” olarak bu yola nasıl girdiniz? Ayrıca bu kitabın bir “yok olma arzusu”...

Cüneyt Arkın’la Oyunculuktan Edebiyatçılığa Derin Bir Söyleşi

Söyleşiyi Yapan: Kadir Yıldız, Azimet Avcu 1) Edebiyata ve şiire karşı ilginiz ne zaman ve ne şekilde başladı? Etkilendiğiniz kişiler kimlerdir?Aileme destek olsun diye her...

Gündeliğin Nabzını Tutan Şiir: Zeynep Karaca’yla Söyleşi

Zeynep Karaca, son yıllarda Türk şiiri üzerine yürütülen en nitelikli söyleşi dizilerine imza atan, sesi kadar sözü de güçlü bir isim. Onun “Şiir Matineleri”...