Ayşe Akan
Yine yaralarım tarafından uyandırıldım. Geceleri acıdan uyuyamıyor, her sabah acıyla uyanıyordum. Kalktım, tekneyi, ağları hazırladım. Kimsem olmadığı için, kalkar kalkmaz işe koyulurdum. Evimi sadece sığınak olarak kullanıyordum. Yağmur, fırtına ve gece hariç evde hiç vakit geçirmezdim. Evim yeşil bir tepenin eteklerinin altında, denizin dibindeydi. Uzun olta sırığını aldım, denize uzanan burna geçtim, balıklara doğru sarkıttım, yakaladıklarımı yere atıp yenilerini yakalamaya devam ettim. Bu her sabah böyle olurdu. Böyle sırıkla balık avlamayı kendim için yapıyordum. Pazara götürdüğümüz balıkları ise dostum Grgur’un teknesinden büyük ağlarla tutuyorduk. Onaracağım ağlar vardı, tuttuğum balıkları eve bırakıp, onları aldım. Yine dışarı çıktım. Ağlar elimde, yaralı ayaklarımı suya soktum. İşimi böyle yapacaktım.
Deniz suyu ayağımdaki yaraların sebebi olabilirdi ama ben ondan şifa bekliyor, oturarak yapılacak her işi ayaklarımı suya sokarak yapıyordum. Bunu yaparken de denizi acımasız bir sevgili gibi düşünüyordum. Ben ona geldikçe beni yaralıyordu ama gidecek başka yerim olmadığı için yine ona gidiyordum. Acılarım artık dayanılmaz olmaya başlamıştı. Benim gibi yalnız bir adamın, sağlığı da ondan gittiyse yaşamasının bir anlamı kalmıyor. Kendimi öldürmeyi hep düşünüyordum ama kolay değildi.
Dostum Grgur’dan başka kimseyle sohbet etmezdim. Onunla yaptığımız da sohbetten sayılmazdı doğrusu. Bana iş verir yapacağım her şeyi detaylarıyla anlatır, işimi kolaylaştıracak tavsiyelerde bulunurdu. Ablamın kocasıydı Grgur. Ablam çoktan ölmüştü ama Grgur benim dostum olarak kalmıştı. Yaralarımın bana ne kadar ıstırap verdiğini o da görüyordu. Bana denize çıplak ayakla temas etmememi tembihliyordu, ben ayaklarımı doğruca denize sokuyordum. Çoğu zaman onu dinlerdim ama söylediği şeyin tam aksini gözlerinin önünde yapmak ve onun şaşkınlığını izlemek de çok hoşuma giderdi.
Grgurun yanına gittiğimde bir tüccarla oturuyordu. Tüccar heyecanla bir şeyler anlatıyordu. Ayağımın sızısından, konuşulanları dinleyecek halde değildim ama adam öyle şeyler söylüyordu ki merakla dinlemeye başladım. Türklerin her yere ulaştığını söylüyordu. Aldıkları yerlere hemen göğe doğru yükselen devasa mızraklar inşa ettiklerinden, o mızraklara tırmanıp bağırarak savaş yeminleri ettiklerinden bahsediyordu. Bizim her yere her şeye uzak bu köyümüzü bile bulabileceklerini anlatıyordu. Tüccar Türklerin bir gün Konstantinopolis’i bile alacaklarını söyleyince Grgur dayanamadı. “O kadar da uzun boylu değil, buraya kadar ne anlattıysan inandık ama bunun gerçekleşmesi mümkün değil. Biz inanıyoruz ki; Stavros sütunu Kostantinopolis’i koruyacak. Türkler içeri girse bile, Stavros’a yaklaştıkları anda gökten bir melek inip elindeki kılıcı bir kardeşimize verecek ve o kardeşimiz şehri Türklerden temizleyecek.
Tüccar itiraz edecek oldu fakat Grgur konuşturmadı. Bana dönüp “Miros ben de sana gelecektim tam da Konstantinopolis’ten bahsederken geldin.” diyerek güldü.
Konstantinopolis’teki bir papazdan bahsetti. Onun ne kadar büyük bir şifacı olduğunu anlattı. Kırk sene önce köyümüzden ayrılıp ömrünün sonuna kadar Chora Manastırı’nda kalmak üzere Konstantinopolis’e gitmişti papaz. Onun, benimki gibi yaraları iyileştirdiğine çok şahit olmuştu Grgur. Papaz’ın adı Gazela’ydı ve yaraları ceylan derisiyle sarıyordu. Bana balıkçı teknesini vereceğini, her şeyi kendisi hazırlayacağını, yalnız ceylanı benim avlamam gerektiğini söyledi. Yolculukta bana lazım olacak her şeyi düşünmüş. Hazırlık yapmaya başlamış. Nerelerde duracağımı nerede ne yiyip, nerede uyuyacağımı bile düşünmüş. Bir ceylan avlayıp, elimdeki bu bilgilerle ve yaralı ayaklarımla bir başıma denize açılıp, balık tuttuğumuz tekneye binip Kostantinopolis’e Chora adında bir manastıra kapanmış papaz aramaya gitmektense kendimi şuracıkta öldürmek daha akla yatkın geldi bana. Grgur da bunu farketmiş olacak ki karşıma dikilip beni ikna eden şu cümleyi kurdu:
“Oraya git başına gelecekler, göreceğin yerler sana acılarını unutturacak. Yolda belki öleceksin, yol sonunda belki iyileşeceksin, burada kalırsan düzelme ihtimalin de ölme ihtimalinde daha düşük Miros.”
Nasıl doğdum, beni kim nasıl bugüne getirdi hiç bilmiyorum. Dünyanın oluşumunda bu yaralı ayaklarla bu kıyı köyüne atılmıştım sanki. Kendimi bildim bileli bu evde uyanır, kalkar bu denizde balık tutardım. Hep buralardaydım, tekneyle balık tutmaya bir kere bile yalnız çıkmadım. Şimdi ise Kostantinopolis’e gitmeye ikna olmuş, ceylanı ne zaman avlayayım diye düşünüyorum. Yolda ölmeye çıkıyorum, Papaz Gazela’yı bulabilme umudum yok. Bulursam mucize diyeceğim.
…
Ceylanı avlamış, hazırlıklarımı bitirmiş, Grgur’un yardımlarıyla yola çıkmıştım. Koca deniz, ben, bir ceylan postu, dostumun elime tutuşturduğu yol çizgileri, liman isimleri, yemek tarifleri… İşte suyun tam ortasındaydım. Güneş doğuyor, batıyor, içeceğim, suyum bittikçe kıyılara yanaşıp tedarik ediyor tekrar yola düşüyordum. Yolun sonunda bir hedefim vardı ama kendimi bu hedefe kaptıramamıştım. Bana şimdi de burada doğmuş, hep bu denizin ortasında bu teknede yaşamışım gibi geliyordu. Geçtiğim bazı yerlerde Türklerin göğe yükselen mızraklarını görüyordum. Gerçekten korku veriyordu savaş yeminleri. Bunları gördüğüm kıyılara yanaşmıyordum. Kıyı boyunca o kadar çok yerde karşıma çıkıyordu ki, böyle devam ederse dedikleri gibi bizim köye kadar ulaşırlar. Her kıyıda başka bir insan oluyordum. Hepsinde en fazla iki gün kalıp yoluma devam ediyordum. Her yerde benimle konuşuyorlardı. Dillerini bilmediğimden hiç cevap vermiyordum. Beni dilsiz yahut meczup sanıyorlardı. Neyin ne önemi vardı ki, kimseye bir şey anlatmıyordum.
Bir handa, bir kadın gördüm. Bambaşka bir adam oldum. Kadın bana benziyordu, benim dilimde konuşuyordu. Yolda kaç gece kaç gündüz geçirdim, uzun mesafeler aldım. Bunca uzaklıkta bana benzeyen bir kadının işi neydi anlamadım. Bu süre içinde öyle yalnız kalmıştım ki, kadını kendi parem sandım. İçimden konuşur gibi konuştum onunla. Aklımdan geçenleri, ne olduğumu, olacağımı anlattım. Kadın da benim kadar meczup ve yalnızdı. Onunla bir olduk. Dışarıdan bir çift gibi görünüyorduk. Demek ki bunca zaman gördüğüm karıkocaların hepsi birbirini böyle buluyordu. Ben onları dıştan iki kişi sanıyordum, meğer onlar bir kişiymiş, demek karıkoca böyle olunuyormuş. O kadın için burada diğer yerlerden fazla kaldım. Yola onunla devam etmeyi bile düşündüm. Ona her şeyi anlattım Konstantinopolis’e gideceğimi, Chora Manastırı’nı bulup Papaz Gazela’ya yaralarımı göstereceğimi her şeyi.. Bunları duyunca birden bambaşka bir kadın oldu. Biz artık iki kişi konuşmaya başladık. Bana 38 sene evvel Konstantinopolis’i Türklerin işgal ettiğini, kardeşlerimizi kendi dinlerine geçirdiklerini, manastırları ele geçirip kendi tapınaklarına çevirdiklerini anlatmaya başladı. Bu kadın gerçekten deli bir kafir olmalıydı. Türkler girse bile melekler şehri korumaz mıydı, manastırları almalarına izin verir miydi? Bu benim bir parçam olamaz, ancak dostum Grgur’un yanında konuşan tüccarın eşi olabilirdi. O kafiri orada bırakıp yoluma devam ettim. Bir daha hiçbir kadına inanmayacaktım. Eğer papazı bulabilirsem yaralarım iyileşsin iyileşmesin ben de manastıra kapatacaktım kendimi.
…
Yola çıkalı aylar olmuştu Grgur’un tariflerine göre artık iyice yaklaşıyordum Konstantinopolis’e. Türklerin mızrakları her yerdeydi. Günlerdir hiçbir yerde duramadım. Eniştem Grgur yanılmış olamazdı melekler Kostantinopolis’i korumuşlardır diye kendimi teskin etmeye çalışıyordum. Yorgunluktan, açlıktan ve yaralarımın sızısından değil Türklerin korkusunda bitap düşmüştüm. Dostumun verdiği pusulaya göre birazdan gün doğmaya başlayacak Sancta Sophia’yı görebilecektim. Bunun verdiği dinginlikle uyumuşum. Gözlerimi açtığımda dehşete düştüm, kırmızı kubbesiyle, bütün heybetiyle karşımda Sancta Sophia duruyordu. Yanında da bir Türk mızrağı, mızrakta bir adam bas bas bağırıyor.
Burası Müslüman yurdu
Burası Türk yurdu
Her yere göğe yükselen mızrağımızı dikecek size korku salacağız
ya da benzer bir şeyler diyordu dilini anlamıyordum ama bunları söylediğini hissediyordum.
Aklım başımdan gitmeden yaşadığım her şeyi yazmaya karar verdim.
26 ağst 1491- Türklerin elindeyim.
Çaresizce yanaşıp, tekneden inip karaya ayak bastığım an yere yığıldım. Adımı “Gavurcuk” sanan birkaç Türk beni kaldırdı. Ekmek su ve yatacak yer verdi. Onlara adımın Miros olduğunu anlatmaya çalıştım. Bana bir papaz getirdiler. Papaza Chora Manastırı’nı Papaz Gazela’yı sordum. Öldüğünü söyledi fakat Türkler Chora Manastırı’na zarar vermemişlerdi. Oraya gidip kendimi kapatmak istiyordum. Türkler beni bırakmadı, yaralarımı iyileştirmek için hekim getirdiler. Buraya kadar durduğum hiçbir kıyı şehrinde zorla yaramı iyileştirmek isteyen, bana isim takan, zorla su içiren yemek veren olmamıştı. Türkler gerçekten insanın kalbine korku düşüren insanlardı.