Beyaz Vosvos Artık Çocuğun Hikâyesi – Musa E.

Bizden kalan son şeylere, daha doğrusu ondan bana kalan son nesnelere baktım: annesiyle sinemaya gitmek için çıktığı gün yağan deli dehşet yağmurdan sakınamadığı için büyük beden almak zorunda kaldığı ve sonrasında bana zimmetlediği krem rengi tişört; adını bilmediğim minerallerden yapılmış, buluştuğumuz ilk gün bileğime geçirdiği bileklik; oyuncak beyaz vosvos ve bir daha kimse el yazısı yazmasa da olur dedirten güzel yazısıyla, bulduğu ilk boşluğa bir şeyler yazıp imzaladığı bir kitap.

Kargoya vermeyi düşündüm önce. Adresini bilmiyordum ama dilinden hiç düşürmediği bir arkadaşının Ulus’taki atölyesinin adı kulağımdaydı. İkonik bir çizgi film karakterinden hareketle kurgulanmış bu ad, çocukluğuma kırptığı gözle güçlü bir imge oluşturuyor ve anımsanmayı hak ediyordu doğrusu. Arama motorunda ilgili imgeyi yeniden canlandırırken bu fikirden hızla uzaklaştım.

Evet, ben duru bir kalp için duygu bağımı zayıflatıp sonunda kendimi azat ettiğimi pekiştirmek üzere, onu hatırlatan tüm nesnelerden uzaklaşmayı istesem de, içten içe mesaj olarak algılayabileceği ve kendimi hatırlatma ile reaksiyon beklentisi içinde olduğum yanılgısına kapılabileceği düşüncesiyle vazgeçtim. Bilinçli bir vatandaş olup usulüne uygun şekilde elden çıkarmaya karar verdim hepsini.

Bir restoran zincirinin hediye ettiği kuponla aldığım, kalitesiyle beni şaşırtan çantaya hepsini doldurdum. Yanına yirmi yıldır tek bir kişiye dahi ebedi hayat bahşetmemiş analog makinemi de koydum ve önce eşyalardan arınıp, sonrasında hayata iyi poz veren birini bulmak için çelik kapıyı dört defa kilitledikten sonra asansöre adımımı attım. Asansör serbest düşüşe geçerken rotamı çizmiş ve çeyrek asırlık hayatımda mühim pencereler işgal eden belli bir zaman dilimini nasıl yıkayıp paklayacağımı bulmuştum.

Önce, evin hemen yanındaki Millet Kıraathanesi’nin içinde kendine yer bulan kütüphaneye girdim. Bağışlamak istediğim bir kitabın olduğunu, kitabın yasalar ve genel ahlak nezdinde hiçbir tehlike oluşturmadığını söyledim. Hukukçu olduğumu, yasalarla aramın iyi olduğunu belirtip, sunacağı kitapların millet açısından risk değerlendirmesini yapmakla mükellef sarışını güldürdükten sonra, “Sen sarışınsın ve artık benim nesneler için yeterli boşluğum var” demek istedim, demedim; kitabı bırakıp çıktım.

Kıraathanenin içinde yer aldığı, Türk tarihinde büyük anlam tutan ve adı şimdilerde yerli dizi ismi olarak kullanılan; bu defa birleşmeye değil, ayrılığa mekan olan parkta ilerlerken, oyulmuş, insanın içine erişemeyeceği bir kaya gördüm ve bilekliği bıraktım. Her şey kendinden olana çekiliyordu; benim de buna iştirak etmek dışında yapacağım pek bir şey yoktu. Bir kez var olmakla sınanmış hiçbir şeyi yok edemeyeceğimi, akışın içerisinde yerini buldurmam gerektiğini biliyordum.

Sırtımdaki çanta hafifliyordu, omuzlarım da öyle. Evden ayrılmadan hemen önce kısa programda yıkayıp kuruttuğum tişörtü çıkardım ve parkın çıkışındaki “kıyafet bağış noktası” ibareli kırmızı kutuyla buluşturdum. Elimde sadece oyuncak vosvos kalmıştı. Biz o vosvosun içini dolduracak iyi iki yolcu olmaktan çok uzaktık; hep duvara karşıydı güzergahımız. Yürümeye devam ettim, çarpacak duvar kalmasın istedim ve çok yakınımdaki hastaneye doğru adımladım.

Hastane, eski ve yeni olarak adlandırılan iki binadan oluşuyor ve ikisini cam bir köprü birbirine bağlıyordu. Kalabalık değildi; taşra kentinde yaşamanın en büyük nimetlerinden biriydi bu ve vosvosu emanet edebileceğim beş yaş nüfusu oldukça sınırlıydı. Kahramanın yolculuğunun köprüden yürürken değiştiğini bilecek kadar beyazperde mesaim vardı; cam köprüye yöneldim. Makinemi çıkarıp çalıştırdım. Hikâyesi olan birini değil de, binalar arası yolculuğunu yaparken hayatını değiştirecek haberi alacağını bilmeyen topluluğu görmek istedim. Deklanşöre dokundum.

Ardından güneşsiz hava sahasında taktığı güneş gözlüğüyle dikkatimi çeken ve en olgun çağında olduğundan emin olduğum çocuğa yöneldim. Yanında annesi vardı. Daha, “mahsuru yoksa oğlunuza bu oyuncağı verebilir miyim?” derken çocuk kaptı arabayı elimden. “Onun da gönlü varmış,” deyip gülümsedim ve iyi günler dileyip çıkışa doğru yöneldim. Bir an için arabaya ne olacağını, o çocuğun beni bir daha hatırlayıp hatırlamayacağını düşündüm ve neyse dedim içimden; artık onun hikâyesi.

Hastanenin dışına attım kendimi. Günü bir seremoniyi çevirmek, bana yaptığı son yemeği tekrar yemek istedim. Turunçgil rengiyle, herkesin bildiği, arayanın her şeyi bulduğu o markete girdim. Somon, susam ve soya sosu aldım. Kasiyerin güvensiz bakışları eşliğinde otomatik kasaya yöneldim. Sağımda beni izleyen kasiyere okuma yazma bildiğimi söyleyip içini ferahlattıktan sonra, cihazın yönlendirmesiyle aldıklarımın bedelini ödedim ve marketten ayrıldım.

Eve gelip malzemeleri tezgahın üstüne dizdikten sonra aspiratörün soluk sarı ışığını açtım, eski mesajları karıştırıp tarifi buldum, uyguladım ve yedim. Tat hafızam canlanmadı, memnun olmadım; modern bir cenaze yemeği hissi geldi, oturdu. Soya sosunu tattığım ilk anla dünyanın parladığı ilk an bütündü ve turunçgil marketten sosların en ithalini almış olmam bunu değiştirmeyecek, bu seremoniyi daha lezzetli hale getirmeyecekti. Getirmedi de.

Cenazenin kalıntılarından kurtulmak üzere, hayatın kaynağını bulabileceğim ilk çeşmeye yöneldim. Ellerimi birbiri için zımpara olarak kullandım. Kağıt havlu almak için dolabın aynalı kısmını açtığımda küçük bir şaka karşıladı beni. Yeşil, suyla birleşmekten yavaş yavaş biçimsizleşen bir roll-on. Taştan yaratılan ve yine doğru yere, topraktan bir bedene ilerleyen bakım ürünüm. Kalmıştı orada, her şeyi uzaklaştırdım zannederken, o dolabın köşesinde öylece duruyordu.

Bana verdiği günü anımsadım. Uzattığı karton çantayı açtığımda, içimden geçen ilk şey şükran değil; roll-on’un sıradan bir kalpten daha sert maddeden imal edildiği ve ilişkimizden daha uzun yaşayacağı hissiydi. Bu hissin burukluğuyla, yarım ağız gülümseyip teşekkür etmiştim. “This is a mineral” deyişimi anlamayıp, vatan toprağındayız, anadilimizin dışına çıkmak için yeterince sebebimiz yok dercesine gözlerini kısarak bakmıştı. Muhteşem replik hafızamın onda antipati yaratacağını henüz bilmiyordum. Hâlâ bilmediğim ama artık cevabını olduğu yerde bırakmayı öğrendiğim birçok şey var. Çeşmeyi açtım, roll-on’u lavaboya koydum ve suyun akışını izliyorum.

En Yeniler

İyi Şeyler Yayıncılık: Şiir Nesnesi Olarak Kitap ve Bugüne Çağrı

Azimet Avcu Twitter’da yeni ismiyle X’de dolaşırken bir kullanıcının İyi...

Matruşkanın En Küçüğü – Emine Güler

Evde un biter, yumurta biter, süt biter, leş sinekleri...

Kolektif Hafızanın Edebi Çıktısı: Hatırlayacaksınız Geçtiğimiz Günlerde…

  Edebiyatın en güçlü taraflarından biri, gündelik hayatın sıradan görünen...

Sarah Elizabeth Green – Öbür Dünya

Çeviren: Leyla Bayrı 1. Herhalde sabah bulantısı böyle bir şeydir: ıspanaklı omleti...

Tuzbiber Komedyenleri Komik mi?

Ozan R. Kartal     "Düşünce için kahkahadan daha iyi bir başlangıç...

Gertrude Stein Türkçe’de: Şiir ve Dilbilgisi

Modernist edebiyatın en aykırı ve yenilikçi yazarlarından Gertrude Stein,...

Benzer İçerikler

İp Uzun Boynumuz Kısa – Zeynep Karaca

Kerimcan Durmaz tutuklandı, yasa dışı bahisten ben Taksim’e çıktım toplum sözleşmesinden sonra çok değiştik eşitlik, adalet, özgürlük kimsenin umrunda değil artık Rousseau yanılıyor toplumu artık; simitçiler, çiçekçiler, Loto satanlar oluşturuyor toplumu artık; asgari...

Mekintoşundan Bi Isırık Son Bölüm – Olvido Ayşe Akan

Aksakallı bu gece bu anahtarın açacağı kapıyı bulursa yarın buradaki işimizi halleder, iki üç güne İstanbul’a döneriz. Ah, şeyhin tadı da damağımda kaldı ama....

Deniz Damlıyor ve Kimseye Borcun Yok – Birgül Kılıç

deniz damlıyor ve kimseye borcun yok demeye geliyor onlar üçüncü nesillerden beyaz tenlere yanlış bir cümle kurulmuş yanlış akşamlarda bu cadde şefkatli bir cinayet görmüş sürgün bebekler doğuran...